
Semanın yıkık dökük çatısının delik deşik bedeninden sızan, maneviyatı tamamıyla güneşin boyunduruğu altındaki parlak sütunun, ışık taneciklerinin mecruh bir ayrılığı yaşamaktan korkup birbirlerine sarılıp oluşturdukları huzmelerinin aramızdaki kainat mesafeye karşın çehremin her zerresinde hissedilebilir çığlıklarının boşlukta yankılanan ses tellerinin faydasız çabaları gibi yavaş yavaş kaybolmaya mevt bırakan cızırtıları dimağımdaki insanların ölü seslerinden daha çığırtkanken güneşin son bir umutla gelecek olan felaketten önce kendini özletme umudu ve tesellisiyle şevkle parlayarak intiharını gökyüzünden yeryüzüne ağlayacak içleri çürümüş bulutların arasından fark edilecek varlığının gereksiz neşesi ve telaşesi karşısında tepkisizliğin o hissiz sınırlarındaki mayın tarlalarının tadında bir nefesin boğazımdaki her noktayı dikenli tellerle döşemesine sessizliğin en ücra köşesini takındım. Güneşin o parlarken insanı mutlu ve yeryüzüne daim kılmaya niyetli parıltıları arasında, sadece beni ve bir tek beni küçük ama varlığıma yetişecek güçteki huzmesinden yakalayıp o ilâhî ışıkla bedenimin değersiz derisinden sıyrılan ruhumu yukarıya, gökyüzünün kemiklerinin çatırdadığı yere çekip bıraksa ve bu doğanın kabul edemeyeceği türden olay, insan ırkının sırrını asla çözemeyeceği bir soru olarak ebedî bir mertebede benimle koyun koyuna kaybolsa... Beni hem yukarıda, gökyüzünün kemiklerinin çatırdadığı katmanda, hem de burada, yeryüzünün organlarının insanların zavallı varlığıyla yavaşça ama eninde sonunda öleceği yarım kürede, daimi kılacak intiharı bekliyorken asırlar içinde hızla, hızını alamayarak yükselen binaların arasında ve kalabalığın birinin ortasında sadece bekliyordum. Beklediğim yerde filizlenmeye yüz tutmuş her bir beklentiyi kökünden sökerek damla damla akan toprağıyla benliğimin köklü çınarını suluyordum. Bazen sadece durmak ya da yavaşlamak gerekirdi, adımların kesildiğinde veya tempoya uyamayıp yavaşladığında önündekilere, arkadakilere veyahut yanındakilere bakarak hepsinin de seni geride bırakmasını beklemek gerekirdi; ancak bu şekilde belki biraz da olsa yaşamanın ne olduğu kavranabilirdi. Önüne geçenlerin arkasına bakmaksızın adımlarının küçük izlerini bıraktığı zeminde tutukluk yapan bakışlarındaki göz bebeklerinin her bir adımında inkisar ettiği kelimelerin anlamlarına tıkanırdın ve bir bütün halindeki cümlelerine yapılan her tahlil ruhunun tüm vitaminsizliğini dökerdi kaldırımın soluğunun sonundaki mazgalın içine. Belki de sadece benim için bir neden ve önem teşkil ediyordu dikildiğim kaldırım, yüzümü çevirdiğim gökyüzü, gözümü diktiğim her köşeden fırlayan betonların ve insanların gereksiz kalabalığı...
Gök gürledi, birbirine giren kefenlerin birbiri ucuna takılan kanlı halatları kısa bir ahinin ardından çözüldü; lâkin ne gerisi geldi ne de sağanak bir cenaze başladı. Geriye gelen tek şey güneşe arkasını dönmüş, uçuşan kefenlerin birinin ucuna tutunan ruhum oldu. Ruhum yeniden bedenini bulduğunda avucundan kaçan kefenin mezar taşı soğukluğu yerini onlarca insanın cehennemine bıraktı. Ruhumun üzerine çekilen kara çarşafın huzuru bir anda günahkâr ruhların savaşı ve karmaşasına dönüştü. Gelecek olan yağışın üzerine koşuşan çaresiz kalabalığın içinde bulunduğum sabit konum yavaş yavaş geriliyordu, omuzumu sıyıran omuzların sıcaklığına karşı, onlara karşı, ilerlemeye başladım. Adımlarım zorlukla ileriye atılıyor, bedenim diğer bedenlere karşı en az hasarı almaya çalışarak kıvrılıyordu. Yine tüm insanlığın yeryüzünden silinmesini dilediğim bir mevt öncesi akrep yelkovanının katili sıfatını zehriyle üzerinden silip atıyordu.
Ömrümün yarısını sıyırmış yaşamımın bir diğer yarısında büyük bir ihtimal bir daha görmeyeceğim yüzlerin gölgeleri üzerimden geçerken bulanıklaşan sıfatlar birbirine gökyüzündeki kefenler gibi tutunup ilerlerken zihnimde çalkalanan anlamsız sözcükler, seslerle koca bir kum fırtınasının ortasında karmaşıklaşırken artık koşar adım ilerleyen adımlarımın yanında ellerimle kulaklarımı kapatarak da kendime bir kaçış yolu sunmak istedim lâkin sıkışıp kaldığım topluluğun sıfırı niyetineydi benim bu isteğim. Kollarım iki yanımda idam ipi niyetinde asılı kalırken hızlı soluklu adımlarımın uçuşturduğu idam ipinin ucunu yakalayamayan mahkumlar için ölümden önceki işkence gibiydi bu. Belki de bu yüzdendi eninde sonunda tükenen karşı koyuşlarımın bir seri katilin bıçağının ucuyla kesilmesi: ölümün huzurlu kefeninin içine girmeye çalışan o mahkumların hak ettiği cehennemin aksine onlara bir kez de olsa cenneti tattırma isteğiydi. Durdum. Şans faktörünün arada bir parmak ucunu uzattığı dehrin birinde olmalıydım ki o sırada kalabalık azalmıştı, tüm itiş kakışlar benden uzakta ve insanların dimağlarında harplerine kaldığı yerden devam ediyorlardı. Bunu fırsat bilerek durdum. Ayaklarım kök salacak olsa beton zemini delip geçemeyeceğim bir kaldırımın koyu tenha bir köşesinde durdum. Yeniden bakışlarım gökyüzüne döndü, yeryüzünde yaşamaya da bakmaya da değer hiçbir şey kalmamıştı; bu yüzdendi gökyüzünün bile gözükemeyeceği gecelerin her birinde teker teker idam edilişim... Gökyüzü güzeldi ve galiba sadece benimdi, çünkü benim olmasını istiyordum ve benimdi; yeryüzünün her avuç toprağının sınırlarının boyunduruğuna karşı gökyüzü sahip olunamayacak kadar uzaktı, işte bu yüzden de en güvenli yerdi.
Sert bir rüzgârın kirli ruhu tenim üzerinden kayarak başka tenlere doğru yöneldiğinde yukarıya baktım: gökyüzüne. Bulutlar kararmıştı ve bu en güzel manzaralardan biriydi: birbirine girmiş toz bulutlarının raks edişi... Güneş artık sadece "Hâlâ sizden kilometrelerce uzaktayım, sizden daima uzaktaydım ama artık sizlere yok gibiyim günün bir öğleden sonrası." demekle yetiniyordu, bana bu kadarı kâfiydi lâkin diğerlerine yetebileceğini sanmıyordum. Güneşin artık daha da sessizlik yutmuş boğaz parçalayan efkânları duyuluyordu, şimdi bulutların her raks edişinde birbirine değen uzûvlarından patlayan cızırtılar sessizleşiyordu; belki de yukarıda bir gök harbi yaşanıyordu ama yeryüzündekiler daha ayak bastıkları yerkürenin sulhunu parçalara ayırmamışken gökyüzünün parçalanmış parçaları onlara fazlaca bütün olarak gözüküyordu.
Beyaz bir tuvalin üzerinde etrafa saçılıp tüm tuvali siyaha boyayan bulutların, suya damlatılan kan gibi o bembeyaz portrenin kalbine indirdiği şokun yeryüzündekiler için bir kalp krizine dönüştüğü dehr, sokaklara atılan bir bomba etkisi yaratarak herkesi etrafa savuşturdu ama ben hâlâ konumumu koruyordum. Yağdı. Önce o duygu yükünü bekledi, uzun süre yeminler ederek ağlamamak için yuttuğu gözyaşları boğazından geçemeyecek kadar tıkandığında zamanın geldiğini bilerek ama yine de temkinle bıraktı yaşları; fakat saate atılan birkaç çizik sonrasında üzerine çöken ağırlığı bırakmış olmanın savurganlığıyla yok oluşun o hazin ve kalp burkan sonuna sürüklendi. O sürüklene sürüklene en acı köşelere çarpıp yaralar alırken yeryüzünde, insanlar sadece o feryat hapsolmuş acı hikâyeden kaçıyorlardı.
Yağmur yağdı. Sadece yağmadı ama yağdı. Orada öylece bekleyen bedenim o gözyaşlarının her katresinden bir buse aldı, bazıları ruhuma atılan en büyük tokatlardı. Önce kıyafetlerim, sonrasında derim emdi tüm yaşları ve sonunda bedenim sırılsıklamdı. Rüzgâr; birkaç tekme daha attı, titreyen bedenim yerinden kıpırdamadı. Gök gürledi ve bir yıldırım tüm dünyayı olduğundan tonlarca kat beyaza boyadı, sonra varlığı uzaklaşırken tüm o gölgeleri yerinde bıraktı; gölgelerin silik bedenleri yavaş yavaş belirginleşirken ortaya çıkan saf kemikten ve etten bedenler daha da hızlı koşuşturmaya başladı. Yağmur damlalarının kaldırım üzerine inen vâveylaları insanların tok adımlarından daha sesliydi şimdi.
Kollarım iki yanımdan da havalandı, yalvarır gibi bir kalkışları vardı. Kafamı lekeli olamayacak kadar kendi olan semaya kaldırdım, gözlerim çok çabuk boyun eğdi ve kapandı. O an katre katre suya karışıp yok olamayacak olmam, kaburgalarımın deliklerinden bir veca yarattı; o veca kemikten kafesimde giderek büyüdü lâkin ne ben müdahale edecek kadar umursadım onu ne de yaşamaya bir umutla tutunayım diye başkasına dokunurdum, orada öylece katmerleşerek yok olmasını ve yok etmesini bekledim. Bedenime değen birkaç meraklı menevişin aceleci dokunuşlarını hissedebiliyordum ama umursamadım. Çünkü o menevişler, umursadıkça katledecek güce sahipti bir bedeni; oysaki onlar sadece gözlerini hayatıma değdirip mutlu mesut(!) hayatlarına kaldıkları yerden devam etmişlerdi.
Omuzlarım çöktü, kollarım iki yanımda bir ölü gibi asılmaya başladı; idamdan sonra asılan bedenlerin havada çizdikleri akisleri öldürür gibiydi kollarım. Beklemenin birçok anlamı olduğunu bilerek adım attım; uzaklaştım o beton kabristanın ölü sakinlerinin imparatorluğundan, monotonlaşan hayatların birbirleri üzerine çizdikleri derin kesiklerden süzülen kanların birbirlerini boğdukları bu şeytan yuvasından. Her adımım, beton yeryüzünün altındaki kemikleri kırık toprağa atılan cehennem uçkunu gibiydi sanki; zaten yeteri kadar katman katman cehenneme bulanmışlarken her zerresine indirdiğim tezelzüller katre katre yok ediyordu betonun altındaki mabetlerini. Oysaki hiçbir insanın aklının kurak topraklarında dahi yetişmiyordu bu fikir, yavaş yavaş ölürdürürlerken yavaş yavaş ölüyorlardı eninde sonunda o mabede karışacaklarını bilmesi gereken dimağlarının dünyevi sarhoşlukları tadarak soluksuz matiz olan bedeni çoktan ötenaziye kendini hazırlarken. Yağmur, durma gibi bir girişimde bulunursa sanki soluksuz kalacakmış gibi devam ediyordu; bu unsur asla ama asla adımlarımı hızlandırma gibi bir devinimin çıkmaz sokağına sokmadı bedenimi, su gibi aktı bedenim betondan cehennem zemininin alazsız Arnavut kaldırımlarında. Kaldırımların çukurlarından taşan su katreleri, bir an önce sele dönüşüp bu gereksiz insan kalabalığını kendine katarak bulacağı en yakın mevt çukuruna kusmak ister gibiydi hepsini. Bu düşünceyle çehremde küçük bir kıvrım meydana geldi, dudaklarım minik bir tezelzülle yerinden sallandı; lâkin belirttiğim gibi bu sadece minicik bir tebessümden ibaretti, çoğu gibi hemencecik yokluğa karışanlardandı.
Devinimlerim, yaşama tutunmaktan korkar gibi cılız ve biraz ölüydü; havada salınıyorlardı lâkin kati suretle tabanlarım boğulan kaldırımları bulmuyordu. Kulaklarımda şakıyan damlaların sesi damağıma nahoş bir tat bırakırken bir butiğin önünden geçiyordum, dimağıma sert bir şekilde baskı uygulayan sinir uçlarım adımlarımı sekteye uğrattı ve durdum. Gösterişliyim, pahalıyım, ulaşılmazım, bu halinle mi bana sahip olacaksın, diye vızıldayan kumaş parçalarının üzerine dikilmiş bir avuç payet, leylin tüm ihtişamına karşı sönmeyen ışıklarıyla çarpıştığında baruta saplanan küçük bir uçkun gibi alev alan mankenlerin kumaştan bedenleri menevişlerime aktı; yapabildikleri tek şey menevişlerimin renkli ekranını bir süreliğine parıltılarıyla kuza boğmaktı. Tüm varlıklarının, ihtişamlarının, görkemlerinin gayesi bundan ibaretti; bir anlığına yanıp bittiğinde ise sönmek. Vitrinin tertemiz camına yansımam aksettiğinde gözlerim bedenime kaydı. Sıradan zevahirimin üzerinden hızlıca süzülen gözlerim parlak zeminde daha da renksizleşen irislerimi hedef aldı, menevişlerimde efkânlanan ruhum bakışlarımla tokuştuğunda sarsılan göz bebeklerim göz akıma aktı; aklarımda her an tetikte olan kıpkırmızı fay hatları bir kez daha derinden çatladı. Sanki kirpiklerim, göz kapaklarıma saplanmışlar ve devasa bir acı veriyorlarmış gibi göz kapaklarımla gözlerimi boğmak istedim zevahirimin yıkık döküklüğü ve ruhumun derme çatmalığı yüzünden ama yapmadım. Dimağım beni zorluyordu kendime bakmam için, acınası bedenlerin gürültülü varlıkları arasında soluklanan bedenim silikleşiyordu; zihnimin kanla sulanmış mahşerinde toplanan kimliksiz ruhlara yapıştırdığım günahkâr etiketi, parmak boğumlarımdan sallanıyordu şimdi. Onlara benziyordum. Onlara benzemek istemiyordum. Onlara benzeyemezdim ki ben.
Suçlayıcı bakışlarımı, hayat darbeleriyle bezenmiş göz çukurlarımdan da soluklarımın tokatlarıyla dağılmış saçlarımdan da dudaklarımın yerçekimine meyleden sarkıntısından da çehremden akan duygu karmaşası ortasında kalan ruhumun kayıplığından da uzaklaştırdım; belki de daha fazlasına katlanamadım, ne de olsa insanın kendini çözmesi kadar zordu kendine katlanma çabası.
Camdan yansıyan silik görüntümü harelerime bulamadan zevahirimi es geçtim ve vitrindeki kumaş parçalarına baktım. Evet, insanlığın haz duyduğu bir gereksinimdi bu muazzam derecede göz boyayan kıyafetler; lâkin insanlığın, egosu öncülüğünde toplum amacına, sınırlarına, isteğine uygun bir görüntü kalıbına kendilerini sokarak bu şekilde özgüven depolamaları yalnızca bu tür uygulamaların sonucuydu. İnsan kendini beğenmek için değil, kendini beğendirmek için süslemeye başlamıştı zevahirini. Bu dürtü oldukça gereksiz ve saçmaydı oysa. Toplum; insanı dizlerinden yaralayarak diz çökmeye zorlayan bir yapıya dönüşmüştü zaman içinde, güzellik veya zeka standartlarına uygunluk göstermeyen her bireyi dışlamaya meyilliydi. Yaratıcının bahşettiği bedeni sağlıksız bir hale getirmek, bedene zarar vermek veya katletmek koca bir günahı sırtlarken bazı toplumların bu günahları sırtlamak zorunda olan bedenlere karşı gösterdikleri tutum o bedene asıl zararı verendi; birey içine döner, yalnızlaşır, çözüm arayışında bile bulunmadan katlettiği bedeninin ardından önce ruhunu sonra da canını ölüme sürüklerdi. Onu katleden şey toplumunun kınayan, suçlayıcı, ayıplayıcı bakışlarıydı. Toplum, bazen bireyin iç hesaplaşmalarının önüne geçerek sadece günahlarını kabul ettiriyordu bireye ve sonuç sadece boşuna son verilen bir hayat pahalılığında bile olabiliyordu. Biz buyduk ve bu kadardık işte, hiçbir dahi ya da icat insanlığın yapı taşında fosilleşmiş bu tür unsurları yok edemezdi; bu sebeple iç hesaplaşmalarımı bir süreliğine susturdum ve yoluma devam ettim.
Saçaklardan yıldırım gibi düşen yağmur damlalarının haricinde gökten boşalan tüm gözyaşları durağanlaşmıştı; gök hâlâ kara bulutlara prangalı durumunu koruyordu, korusundu çünkü şahikaya en çok bu kara lekeler yaraşıyordu.
İlerledim. Devinimlerim birbirinin ardında sıraya dizildi, bazıları sırayı kaçırıp uzay boşluğuna yuvarlanarak küllerine karıştı bazıları da adımlarıma karışıp geride kalmayı reddetti ama bir şekilde ileriye atıldım; ta ki bir fotoğrafçının yüzlerce kimliksiz çehreyle bezenmiş vitrinine kadar. Durdum. İlerletemeyecek gibi hissettim bedenimi. Yansımama bakmayı kaldıramayarak es geçtim bedbaht görüntümü ve menevişlerim, gülümseyen suratların maskeleri ardına tutundu. Her birinin kırık maskelerinin çatlakları arasına sıkışmış yalanlar sırıtıyordu aslında. Her birinin kırık maskelerinin çatlaklarını kapamak için kullandığı yalanlar silsilesi bir süre sonra kendilerinin emaresini bile bulamayacakları bir kaostan ibaret olacaktı; nitekim, öyle olmaya da son sürat devam ediyorlardı. Menevişlerim, yağmur suyuna karışıp kaldırım kenarında ölmeye mevt bırakmış bir çiçeğin köküne karışıp onu daha da öldürür gibi aktı vitrindeki tüm çerçevelerin içine hapsolmuş renkli kağıt parçaları üzerinden ve dalga geçer gibi bir kıkırtı firar etti etleri çürümüş dudaklarımdan dış dünyaya; biraz da kendimeydi bu.
Kum saatinin bir göbeğinde batmaya bir solukluk bir kum tanesi kalmış güneşin son çırpınışları gönülsüzce bu yarım küreden elini eteğini çekerken gök kubbenin lekeleri yavaşça kaybolmaya başladı kapkara göğün üzerinden. Yeniden ilerlemeye başladım, leyl üzerime kuzunu örterken onu kabullenmekten başka herhangi bir girişime girişmedim. Güneşin son çırpınışlarına bulanan bedenim gerisinde kendinden katlarca büyük bir gölgenin eşliğinde kalabalıklaşmaya başlayan kaldırımları ardı ardına adımladı, gölgem dahi göz ucuyla bile süzmedi adımlarımın ardında oluşan toza toprağa karışmış varlığımın izlerine bulanmış bu şehri. Ben, bu şehirden gidecek olan bir yolcu olarak bu şehir bir kişinin daha gerisinde kalmıştı; dik durmaya çalışan her gökdelenin boynu büküktü aslında, altında ezdiği topraktan cennetin bedduadan yara bere içinde kalmış dilinde filizlenen beddualar yerini bulmuştu galiba. Kınayan bir bakış attım önümde bir mezar taşı gibi dikilmiş gökdelenlerden birine, sonra da yürüyüp geçtim. Karşıya geçecektim, hızlıca ilerleyen hurda yığınlarının trafik ışığında aksayan devinimlerini fırsat bilerek yaya geçidine adım attım; adımlarım nedensizlik içinde bir yavaşlıktaydı, belki de sadece arabalarıyla soluklarımı kirleten bu insanlara inattı birbirini takip etmekte zorlanan adımlarım. Işık, önce sarıya saniyelerin akabininde ise yeşile döndü. Birkaç hurda beni umursamadan gerisinde soluklarımı zehirleyecek bir duman hediyeleyerek hızla hareket etti, birkaç araçtan da kornalar yükseldi lâkin havsalam almadı. Aynı yavaşlıkla ilerleyerek karşı kaldırıma adımımı atar atmaz geriye kalan tüm hurdalar akışına devam etti, göz devirmekten başka bir şey yapmadım.
Gökyüzünün dolu dolu cenazesinin ardından yasını katre katre yaşamasına izin vermeyen insanların kalabalığı doldurdu birden ilk adımımda beni geriye, arabaların içine iten ayaklarımın çakılı olduğu kaldırımı; şavkı gören güvelerin soluk, yarı ölü bir mumun etrafında çırptıkları kanatlarının arasına sıkışmış doyumsuzluk misaliydi şehrin her fersahındaki beton zeminin üzerine atılan her bir adım. İnsan kalabalığı yağmurdan sonraki gecenin şavkını görüp sokaklardaki yeriyle bütünleşmişti yine. Adımlarımı ilerleten, bu şehirden gidecek olduğum gerçeği; adımlarımın bilincine çakılıp göçük oluştururken o göçüğün içini dolduran binbir sesin içinden ayrışmış, adımlarımın tok sesine karışmış leylin son sesteki ıssız sükûtuydu. Gökyüzünde yavaş yavaş belirmeye başlayan dolunay gibi bütün bir gece yaklaşıyordu şahikanın koynuna, gökteki o muazzam kızıllık kendini koyu bir karanlığın anne kucağı gibi huzurlu kollarına teslim ediyordu yavaşça. Adımlarım ilerliyor ve ilerliyordu, kalabalık sanki benden birkaç adım önde ilerleyen bir el tarafından adımlarımın solukları açılırken vebalıymışım gibi ıslak bedenimden uzaklaşıyorlardı. Birçoğunun bedeni benim ıslak kıyafetlerimin ağırlığından daha fazla kirin avuçları içinde yüzüyorken benden kaçınmalarını dert etmedim, hata bu durum oldukça işime gelmişti.
Adımlarımın rotasındaki yolda bir tsunami dalgası gibi ilerleyip önüme çıkacak her insan selini yıkan bedenim, adımlarımı hızlandırırken sadece birkaç fersahlık adımın dalgasına takılıp bir uçurumun dibindeki sert kayalara çarparak kendimi kayaların üzerinde oluşan yosunlara tutunuyorken buldum; bu eylem adımlarımı kesip atmaya yetmişti bile. Küçük bir restoranın camına yapışmış minik bir elin o camın yüzeyinden aşağı düşüp yokluğa karışmasını buruk bir kalp ve yaşlı bir çift gözle tanıklık etmiştim tesadüfen, bu manzaranın sadece benim adımlarıma mani olduğunu görebiliyordum bu kalabalık dünya nüfusunun içinde. O yıpranmış, kirlenmiş -lâkin bu sadece bedenen söz konusuydu-, masum bedenin küçük avuçlarının yavaşça kaydığı camın arkasında keyifle gülüşen ve midelerini tıka basa dolduran bir grup insanın o çocuğun menevişlerindeki acıya tanık olmadan sadece o menevişlere inkisar ediyor olduğu gerçeği tüm insanlık gerçeğini yıpratıp yalanlaştırıyordu aslında. Benim gibi yuvasız bedeninin benim aksime zorunlu bir şekilde ıslanan kıyafetleri minik burnunu gürültüyle çekmesine neden olurken avucunu yeniden restoranın camına yaslayarak avuç içindeki bahtsız, bedbaht, mecruh, meyus, giryan ve veca dolu kader çizgilerini camın yüzeyine buladı; şimdi cam birkaç lahzâ önceye nazaran daha temizdi. Gözbebeklerinin her çehrenin yabancılığına bürünüp sonrasında iştahla yemeklere indiğini görebiliyordum, hatta küçücük ağzını açlıkla aralarken aslında bunu refleksi bir şekilde yaptığını da tahmin edebiliyordum. Başını yavaşça yerçekiminin azizliğinde eğerken boynu küçük bir açıyla büküldü, gözlerini eskimiş terliklerine dikti ve boşta kalan avucunu fersah fersah uzaklıktan yardım çığlıklarını duyabildiğim karnına kapadı göz kapakları da eş zamanlı olarak kararmış, kırışmış, derin göz çukurlarını örterken. Bir kere daha efkânlandı karnı ardı ardına, sanki yavaş yavaş sesi kısılıyor, son nefeslerini vererek ölüyordu; iki gözünden de eş zamanlı olarak bir katre damladı ve çehresi boyunca aktı, çenesine tutundu belki ölmem umuduyla lâkin orada bir süre darağacında sallandıktan sonra betondan kabristana gömüldü başında tek bir mezar taşı olmaksızın isimsiz kayıplar arasına. Sonra fısıldar gibi havaya titrek soluğunu bıraktı son nefesini bırakırmış misali korkarak, sanki “dayanamıyorum artık” der gibiydi; ardından ekledi “üzgünüm” diye. Sonrası bir ömrün sığabileceği bir lahzâ uzunluğundaydı. Bir kere daha kaymaya başladı avcu camın yüzeyinden son seferiymişçesine tezelzüllerle ve tezelzülleri peşinden sürüklermişçesine, çehresinden süzülen bir çift katre gibi avcu da direnir sandım bir anlığına ama direnemedi dahi; o son katrelere sığdırdığı ne varsa onları sığdıramadan süzüldü kader çizgileri camın yüzünden küçük çaplı bir gıcırtıyla. Bedeni küçük bir şok dalgasıyla titreşir gibi sallandı ardından da beton zemine çakıldı, o küçük bedenin beton zeminde çıkardığı ses önce dimağımın kapılarını çarparak açtı ve zihnime sızdı sonra da kalbimin her odacığındaki dört duvarın her birine itinayla savurdu bedenimi; dimağımın köşe başındaki kuzun ortasında nefesleri havada parlayan o münferit küçük yavrunun soluklarının ucundaki silik, soluk ve soyut mumun cılız alazına çakıldı. Sonsuz bir karanlığa mezar açıp içine fırlattı o zavallı bedenin ruhunu.
Birden birkaç çığlık duyuldu kalabalığın içinden, durgun bedenimin yanından koca bir sürü insan aktı; bu sefer bana değmeden ilerleme gibi bir dertleri yokmuş gibi her biri itinayla omzuma çarparak yanımdan koşarak geçti. Az önce kimsenin gözünün değmediği küçük bedenin etrafı şimdi mahşer yeriydi. Kalabalıktan birinin öne çıktığını gördüm, hemşire olduğunu söylüyordu; çocuğun önünde diz çöktü ve işaret ve de orta parmağını birbirine yapıştırarak boynuna dayadı, küçük bir lahzâ öylece bekledi kalabalık sessizliğin duvarına tek tek çizikler atarken üst üste. Derin bir nefes verdi sonra, ıslak kıyafetlerini ve üzerine bulaşmış kiri umursamadan tertemiz elleriyle o küçük bedenin göğsüne iki eliyle sarsarcasına bir baskı uyguladı, ömrü boyunca nazik bir dokunuşun bekçiliğini yapan bu beden belki de son soluklarında zarif ve şefkatli bir tenin hissiyatıyla titredi lâkin kimse bunu göremedi kapalı gözlerinin ardından. Hemşirenin dudakları kıpırdayarak avuçları baskı uyguladı bir süre kayıp bir bedene sonra da yavaşça geri çekildi; “öldü” diye fısıldadı ama sessizliğe atılan her çiziğin arasından o fısıltı herkesin kulaklarında patladı. Hemşire eğildi ve açık olan o parlaklığı ve yaşam mücadelesi sönmüş gözlerini kapadı, o sonsuzluğa dönüşü kapanmış gözleri kapamadan önce beni hedef alan o bir çift hare dimağımın tam ortasına bir sandalye çekti ve sandalyenin bacakları dimağıma koca bir verta açıp kendini unutulmamak üzere o vertaya gömdü; onun için yapabileceğim tek şey kayıp ruhunu sıfatlandıracak mezar taşını dikmekti.
Mezar taşına bir not düştüm:
Hayat bizi ölüme mahkûm ediyordu, çünkü ölmeliydik, ölmemiz gerekiyordu. Lâkin bazılarını hayat katlediyordu yaşamdan izlerini kazıyarak.
Bir ambulans geldi, küçük çocuğun bedeni kara ceset torbasına girdi ve üzerine fermuar çekildi; kendinden kat ve kat büyük bedenlerin üzerine kapanan o fermuar ölü ve küçük bedeninin kaldıramayacağı kadar ağırlık çöktürmüştür herhalde çoktan uçup gitmiş ruhuna. Bu kadardı, bu kadardık. Gelecekte, geçmişte hatta şimdide bile izi kalmamıştı, kalamayacaktı o küçük bedenin; dimağına yerleşmiş ve tüm ruhunu sardığı bir hayali vardı belki de, şimdi de hiçbir şeyi yoktu.
Mezar taşının köşesine iliştirdim:
Hayat bizi katlederken tüm hayallerin üzerini ölüm kokulu bir mürekkebin ucundan damladığı kalem ile karalıyordu.
Gerisinde, sil baştan hayatına devam eden insanlar ve koca bir şehir bırakmıştı; şehrin sınırlarından çıktığımı belirten tabelaya sırtımı döndüğümde benim de arkamda kalıştı o koca şehre sıkışmış küçük ve yalandan yapılma duvarların arasına menfa edilmiş bedenler. Zaman, kancalarını sürekli ileriye atarak ilerlerken kancaların uçlarının ruhlarına takılmış olduğundan habersiz bedenler hayatlarına devam edecekti; ta ki o kancaların parlak uçlarının parıltısı o bedenlere kendini fark ettirip o kancanın orada olduğunu hissettirene kadar, o andan sonrası boğazlarına takılan geçmiş ve enselerine vuran ölüm soğuğu geleceğin varlığından ibaret olacaktı.
Yelkovan, akrebin üzerine çıkıp saliseleri akrebin sem damlayan kuyruğuna doladığında leyl fazlasıyla göğe hakimdi. Dolunay; bu ve bunun gibi kayıp gecelere özel ıslak gözlerle kuzda kalmış bu yarım küreyi izlemekteydi, normalde hep gözlerini yumardı yeryüzünün üzerindeki betondan cehennemin şeytanlarının kahkahalarına da feryatlarına da ama bu gece bir meleğin acı kaybını yaşıyordu, bir başka ölüyü kucaklıyordu.
Adımlarım asfalt yoldan taştı, toprak yolda adımlamaya başladım. Issız yollarda münferitliğin koyu tonlarına bulaşan sessizlik yanı başımda benimle birlikte ilerledi ve tüm yol boyunca sürekli fısıldadı kulağıma, bazen rüzgâr esti ve üzerimde kuruyan kıyafetlerimin içine sızıp bedenimi titretti. Kollarımı bedenime sardım ama faydası olmayacağını biliyordum, benimkiler hep ummadan önce bataklığa bulanıp bataklıktan çıkamayan umut kırıntılarıydı; o kırıntıların beni nereye ulaştıracağını bilmediğim bu yolda nereye kadar götüreceğini bilmiyordum ama tahmin etmemi kolaylaştıran uzun bir süredir uyumadığım ve yemek yemediğim gerçeği sayesinde fazla da ilerleyebileceğimi sanmıyordum. Nitekim dimağımın dilinin ucundaki tahmin de somutlaşarak önüme dikildi ve bedenimi sert bir darbeyle yere yığdı; kafam asfalt zemine sertçe düşerken bacaklarım toprağın üzerine serildi, kollarım ve bacaklarım her köşeye savruşturulmuştu. Bedenim yeter, diye bağırıyordu sanki; yeter bu eziyet. Bence de, yeterdi bu eziyet…
Son gayret ve kuvvet kırıntılarımı bir araya toplayarak küçük bir tümsek oluşturdum yanı başımda ve ona tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım, kalktım ve asfalt yolun ortasına kadar ilerledim. Sert zemine çarpan adımlarımın zemine indirdiği yorgun ve derbeder şaplaklar ruhuma atılıyordu sanki, kaybediyordu ruhum bu savaşı. Kazanamayacağı bir savaşta kaybetmek için doğan bu beden, sonunda son nefeslerinin nihaî hissiyatıyla milyarlarca bedenin toprak olduğu savaş meydanında o bedenler arasına karışıyordu.
Bedenimi yere sererken kulağımda çınladı bir filmin küçük bir repliği: iki aşık beden yaya geçidinin ortasına uzanıp beklemişlerdi; kız sormuştu o ara, eğer bir araba gelirse ne olur, diye. Çocuk da cevaben ölürüz, demişti. Ölürüz işte usulca. Ölürler işte usulca. Ölürüm işte usulca.
Küçük bir kıvrım ölüm gibi usulca süzüldü dudak kıvrımıma ve oraya oturup kaldı bu son anımda. Bedenimin altında ezilen ufak taşların acısını hissettiğim şu son anda hissedeceğim son acının bu olmasını umdum, omurgama yerleşen büyükçe bir çakıl taşının kaburgalarıma yaptığı baskıyı derinden hissediyordum. Bakışlarım üzerimde konumlanmış dolunayın çatlak, paramparça zevahirine kilitlenmişti; leyl, sevgi dolu bir anne misali üzerime karanlığını örtmeye başladı yavaş yavaş lâkin kuzda kaybedeceğim sandığım ruhum yalancı bir şavkla aydınlandı. Metrelerce ötemde, üzerime gelmekte olan kamyonun tekerleklerinin titreştirdiği yolun tezelzülleri kaburgama dalga dalga dağıldı; yaklaşan tezelzül benim için oldukça büyüktü.
Kamyonun farları yaklaştıkça menevişlerimde büyüdü, bakışlarımı yeniden dolunaya kilitledim; şimdi sanki küçük bir sütun halinde sadece beni aydınlatıyordu dolunay, umarım benim için gözyaşı dökerdi ve beni çatlaklarına kabul ederdi çünkü gidebileceğim tek yer orasıydı. Beni çağırır gibi bedenimi şavkına boyayan dolunaya son kez baktım ve gözlerimi yumdum, aynı lahzâ içinde iki göz yuvarımdan taşan bir çift katre şakaklarımdan aşağıya döküldü ama durup direnmeyi dimağına getirmeden saçlarımın arasına karıştı. Kıvrımlarıma oturan tebessüm biraz daha büyüdü ama asla bir gülümsemeye dönmedi çünkü çok fazla acının yitip gidişini umutsuzca izlemişti. Sonra kulaklarımda kısa süreliğine çınladı uğursuz bir korna sesi ve var olan her şey silinip gitti.
Bedenim, artık birkaç gün sürecek olan atıfların gazetesine bürünecekti ve sonra diğerlerinin bedenine ve ruhuna haz yaşatmak için küçük bir kıvılcımı büyüten kağıt parçasından ibaretleşecekti; kimse ruhumun üzerine asılmış öyküyü okumayacak ve bunun gibi hikayeler bir kimseler tarafından yazılıp çizilirken küçük bir son sadece büyük bir kaybediş olarak kalacaktı.
koca bir son...

Şubat, 2019
Comments