
Doktor, bademciklerimin alınması konusundaki ısrarını sürdürürken yaptığım tek şey içimdeki ağır boşlukla ona bakmak olmuştu; bu konuda o kadar baskıcıydı ki sanki bu minik organ beni yerin yedi kat dibine kusacaktı ve ben orada döngünün bir parçası olamadan asılı kalacaktım. Onun kendisini onayladığımı düşündüğü lakin aslında zihnimdeki çizikleri gözlerden uzağa serecek bir mimik gösterdiğimi zannediyorum kapısını kapatıp çıkmadan önce; bilmiyorum, belki çok daha fazlası ya da çokça eksiğiydi. Elim, kapı kolundan ayrıldığı an ruhumdaki deşici baskının arttığına şahit oldum; ruhum neredeydi ki bu kadar acı bağışlıyordu bana, kafamın üzerindeki ipte mi sallanıyordu yoksa kemikler ve derimin bitişiğindeki köşede gelişigüzel bir şekilde kanlar içinde mi uzanıyordu? Nerede olduğundan habersizdim; yalnız bana derinden bağlı, soluğumu ağırlaştıracak bir yerde olduğu o kadar canlı bir gerçekti ki… Yollarda nasıl yürüdüm, acaba koşarak mı yoksa sürünerek mi geldim eve, aklımda hiçbir ipucu yoktu bu konuda. İçgüdülerim beni yönlendirmişti ve beynim ezbere akıtmıştı güzergahları. Yol boyunca varlığımın bulaştığı her noktaya ruhumdan akan kanın kokusu sinmişti büyük bir ihtimalle, tek somut hatıra buydu bana geçmiş lahzadan kalan. Evde kim varsa hepsi beni süzgecinden geçirdi odamın yolunu tutturana kadar, hepsinin yüzünde bulanık ifadeler ve seslerine sıkışmış birkaç soluk algıma takıldı. Uzun bir süre odadaki boğuk atmosferin sorumlusu koyu renkli, tek bir ışık süzmesine dahi tahammülü olmayan perdelerin üzerine yapıştı gözbebeklerim; kulaklarımda kendini tekrarlayan bir melodi ve damağımda tarifsiz bir tadın sarkıtı asılıydı, her an sert bir zemine çakılıp dağılacak gibiydi tüm duyularım.
Bir süre yatağın üzerinde bilinçsizce uzanmışım galiba, bundan da pek emin değilim; üzerimdeki uyuşukluk ve isteksizliğin tek açıklaması olarak bu sunuluyordu algılarım tarafından bana. Bilincimi kazandığımda gözlerimi kara bir delik yutmuş, kara bir sonsuzluğun içerisinde dağılıyordum. Beni bu gerçekten sıyıran telefonumun sesi olmuştu, doktordu; yarın, tarih bile atmaya gerek görmeyeceği kadar değersiz bir ameliyatım olduğunu bana hatırlatmak istemişti. O an uzuvlarım o kadar keskin bir ağrının kuyusundaydı ki sesimi yırtsam da kimsenin beni bulabileceğine inanmadığımdan kendimi fırtına ortasında yavaşça dolmaya başlayan kuyunun dibinde ölüme terk ettim. Her nefesimde bölünen uykum beni en son sabaha teslim ettiğinde üzerimde çok daha başka bir ağırlık, veca vardı. Yataktan doğrulmayı geçtim ağrının kaynağını yoklamak için elimi vücudumda gezdirecek mecalim de isteğim de bulunmuyordu. Zihnim buhar oldu, aynı pozisyonda üst üste bilmem kaçıncı kuyunun derinliklerine doğru yüzmeyi bilmeyen ben sayısız kulaç attı.
Uyandığımda çevremi ev halkı sarmıştı, onların acı çığlıkları değil de bir süre sonra kısılan seslerinin ardından gelen kendi hayatlarındaki fısıldaşma ve muhabbet tıkırtıları beni tam olarak kendime getirdi. Yerimden doğrulup onlara bittiyse terk eder misiniz beni bana, diye mırıldanmak istedim. Yataktan doğuldum, tüm meraklı kafalar benimle eşgüdümlü olarak ahenkle sallandı ve tüm devinimlerimi gözden ekranlarında kayda almaya başladılar; bir şeyler çıkmış olabilirdi ağızlarından lakin ben o sesleri bırak duymayı ağızlarının hareket edişine dahi şahit olamamıştım ya da o an sadece, dimağımın perdeleri sonuna değin açılmıştı ve sisli bir sahne üzerinde aslında hiç var olmamış kahramanlar yokluğun içinde kavrulmuştu. Belki de o an, başlangıcından sonuna değin tek başımaydım; hani anlayın diye sizlere ipuçları bıraktım ya, zihnim de dahil kontrol edebileceğim hiçbir şey kalmamış durumdaydı.
Kendimi sokağa attım, hava aydınlıktı fakat bunun nedeni güneşin kendisi miydi yoksa sokak lambalarının merhameti mi, emin değildim; tek algılayabildiğim nereye gittiğimi bilmesem dahi nereye gittiğimi tepetaklak da olsa görebiliyor oluşumdu. Sonunda ıslak toprağa temas eden belli belirsiz uzuvlarımın canlı çamur içerisindeki kıvranışları beni durdurdu ve işte dimağım o kusmuğa yapışmış gibi sabit kalıp hareket yetisini tamamıyla yitirdiğinde kendimi algılayabildim. Önümde sığ fakat istersem beni orada boğulmaktan kimsenin alıkoyamayacağı birikintiye baktım, suyun üzerine akseden sahtekarı izledim bir süre. Ardından göz doldurur biçimde kendini belli eden şişlik retinamda birbirini tamamlayan çizgilerle buluştu, bu kadar göz çıkaran bir ayrıntının gözüme çelme takan en son şey olması o an hiç sıra dışı gelmedi. İçimde dünden beri durmadan sızlayan, iskeletimi iç dış eden, damarlarımı buruşturan, ruhuma kazık saplayan ve soluğumu tek nefeslik bir zindanla çevreleyip beni her zamanki ben olmaktan alıkoyan acının dakikalara yayılan vedasını izledim; sanki bilincim bedenimden ayrılmış da bir köşeden bedenim ve acımın zavallı son sözlerine kulak veriyordu.
Acı bir anda üzerimden gölgesini çekti. Bu o kadar ani oldu ki kendimi sere serpe çamur içerisinde buldum. Boğazımda bir kurbağanın şahlanan ses telleri misali kabaran bademciğim o kadar devasaydı ki başımı geriye atmak zorunda kalmıştım, bademcik o kadar şişmişti ki nefeslerim yavaş yavaş kendini tüketmeye başladı. Nabzımın kulaklarımdaki çığlığı giderek zayıflarken olması gerektiğini tahmin ettiğim rahatsızlığın aksine tarifi olunmaz bir tatmin hissettim. Bademcik giderek daha da şişti, öyle ki bunun sonunun gelmeyeceğini zannettim; boynum giderek daha da geriye düşüyor, bedenim büründüğüm zeminle olan bağlantısını yavaş yavaş kaybediyordu. Havalandım. Göğe yükselmeye başladım. Dimağımda hiçbir kaygının emaresini bulunmuyordu, belki eninde sonunda boynum kırılırdı ya da bu etten balon bir anda patlayıp beni gerçekten de yerin yedi kat dibine kusardı lakin ben sadece sızısız ve telaşsız bir boşluk eşliğinde göğe yükseliyordum.
22.12.21
Comments