
Gökyüzünün jiletlenmiş bileklerinin yarığından damlayan kanın denizin ıslaklığına karışıp göğün rengini açtığı ve denizin suyunu kirlettiği bir dehrin koyu karanlığında, bedeninin her fersahında dimağından yayılan yorgunluğun emaresini buluyordu. Bedeni bir sonraki lahzâya yetişemeyecekmiş gibi ölüydü lâkin bu neden, devinimlerinde herhangi bir fark yaratmadı; nefeslerinin havada küçük bir buğu oluşturması dahi tüm uzûvlarına zarar veriyordu, her bir göğüs hareketinde kaburgaları birbirinin içine kaynıyordu. Dakikalar birbirinin üzerine çizikler atarken adımları ilerledi ve sonunda kendini yatağının başında buldu, bu sefer yapması gereken hiçbir şey yoktu; hatta yerçekimine bile karşı koymasına gerek kalmamıştı, bedenini koca bir boşluğun toprağına gömdü ve yatağını yüzüstü karşılayan bedeni aynı lahzâ içinde rüyalar âleminin buselerine boğuldu. Uykunun tüm kıvrımlarına sızdığı çehresi, küçük bir kasılmayla buruşurken çoktan uykusunun ağırlaştığı bitişe varmıştı bile.
İki dünya arasına inen perdenin, ruhunun bileklerine dolandığı ve ne ruhunu tam anlamıyla özgür kıldığı ne de tüm ruhunu kuşattığı yerde inen kuzun varlığı bilincine çakıldığı gibi oluşturduğu vertayı da ardından sürükleyerek ortadan kaybolduğunda gözleri aralandı, bedenini hissediyordu lâkin konumunu koruyamayan yorgunluğunun sızıları yok oluşa düşmüştü; hissedemiyordu. Kulaklarında titreşen karmakarışık sesleri işitti, ses telleri birbirine dolanıyor ve düğümlendikleri yerlerden kulak zarına toplaşıyorlardı. Etrafına baktı, eş zamanlı olarak sırtında hissettiği ürpertiyle kendi somut dünyasından soyulmuş bir dünyaya damladığını hissetti. Yüksekçe bir tümseğin dağlaştığı noktadan aşağıya baktığında sayamayacağı kadar çok çadırın etrafında oluşan kendi halindeki insan topluluklarında göz gezdirdi. Üzerlerinde seçilen zırhların gümüşi renginin kirli bulutlar arasından sızan güneşin şavkına çarpıp parladığına; birçoğunun çadırlarının dibinde, ellerinde biledikleri kılıçlara bakarken gözlerinden seçilen ortak irisin rengine şahitlik etti. Çadırların seyrekleştiği yerde yakılan ateşin etrafında toplaşan bir grup erkek, sırt sırta ellerindeki et parçalarını yerlerken ateşin başında elindeki kopuzu çalan adama bir savaş türküsüyle eşlik ediyorlardı. Her çadırın tepesinde dalgalanan bayrağa kaydı gözleri, bu bayrağı tanıyordu; nasıl tanımasındı ki? Mavi kumaşa damgalanan Selçuklu İmparatorluğu'nun simgesini net bir şekilde seçebiliyordu, rüzgârda savrulurken rüzgâra kafa tutuşundan belliydi tüm tarihi ve ihtişamı.
Dudaklarında gurur ile aynı kandan gelen bir tebessümün filizleri baş gösterdiğinde uzağında olmasına rağmen diğerlerinden çok daha büyük bir çadırın kumaşının aralandığını işitti, aralanan girişin görüntüsü bir adım uzağındaydı sanki. Açılan perdenin ardından büyükçe bir bedenin siluetini seçti, siluet birkaç adım atıp çadırdan çıktığında ayak tabanlarının tozunu bırakması gereken kurak topraktan çiçekler baş gösterdi; ardında bıraktığı çiçekler yavaş yavaş tüm toprağa sızıp toprağın köküne kazındığında bulunduğu yere dahi ulaşan kuru toprağın yerini kaplayan yemyeşil otlara ve renk renk çiçeklere bakarken şaşkınlıkla soludu. Kafasını kaldırıp obayı yeniden yaratan adımların sahibine baktı, siluetin kendisi seçilmese de kendisine bakarak gülümsediğini görünce şaşkınlığın kefeninden sıyrıldı ve tahmininin dimağında gebe bıraktığı isim dünyaya doğduğunda farkındalıkla çevrelenen çehresinde oluşacak gülümseme daha da büyüyecekken kendini önce koca bir karanlığın ardından da boşluğun içinde buldu; üzerinden bıçakla kazınan boşluk da yavaş yavaş bıçağın keskin ucuyla kesip atıldığında gözlerini ağır ağır kırpıştırdı, tüm o yorgunluğun haritası bedeninde yeniden gün yüzüne çıkmıştı. Yatakta doğrulup gördüklerini sorgulayacakken uzûvlarında bir yılan kıvraklığında gezinen ağrıların varlığıyla yanağı, yatağın yumuşaklığına daha da gömüldü ve yeniden rüyasına soyundu.
Gözkapaklarının gözaltlarından ayrılmasıyla birbiriyle çatışan koyu kirpikleri oldukça fazla ışığa maruz kaldığında gözleri kısılırken bakış açısı daraldı, hiçbir şeyi seçemiyordu. Eğer hareleri, saliselik bir anda nurdan bir varlıkla çarpışsaydı bu ışığın da nurdan yapıldığını, nur saçtığını iddia ederdi lâkin şu anlık bu sadece bir benzetmenin harflerini karalıyordu. Elini kaldırıp gözlerini müdafaa ettiğinde elinin kuzunda soluklanan gözleri, nur diye tabir ettiği ışığa bakmaya çalıştı; o sırada şavk giderek indirgendi ve sonunda varlığı tamamıyla silindi. Eli serbest bir düşüşle yerinde sallanmaya başladığında buruşan göz çevresi eskiye döndü ve bulunduğu düz ovada adımlarını attı, etrafına sorgu dolu bakışlar saplıyordu. Bedeninin ağırlığıyla ayaklarının altında boyunları kırılan papatyaların küçük çaplı vâveylalarından başka herhangi bir ses kulak zarında titreşmiyordu, gelecek olanın merakıyla devinimleri daha da hızlandı; bir süre sonra gözlerine sinen boş ovanın görüntüsüyle koşmaya başladı, papatyaların efkanları göğüs kafesindeki kemiklerin kalbini avuçlarına alıp sıkarak serbest bırakırken çıkardığı seslerle bir senfoniye dönüşüyordu. İlerledikçe atmosfere yayılan sisin bulanıklığı boyuyordu görüşünü, duraksadı. Kaburgaları bir kalp gibi atarken nefeslerinin soluk borusundaki baskısını hisseder gibi oldu lâkin bu halde bile olsa dümdüz ovada saatlerce koşabilecek gücü buluyordu bedeninde. Etrafında bir tur dönerken dönüşünün küçük çaplı rüzgârı bir kasırgaya sebep olmuş gibi etraftaki sisi dağıtmaya başladı, silikleşen sisin ardından birkaç adım ilerisinde beliren büyükçe bir ağacın varlığıyla kaşları çatıştı. Sis tamamen dağıldığında bir gölgeyi andıran ağacın koyu lekeleri belirginleşti ve ortaya usta bir ressamın fırçasından damlayan ihtişamlı bir çınar ağacının portresi çıktı. Ağaç o kadar büyüktü ki kafasını kaldırıp ağacı tüm kadrajının içine almak istediğinde bu isteği sıfırla çarpıldı, yalnızca uhrevî bir şekilde varlıkla yokluk arasında ışıldayan ağacın yapraklarını, dallarını ve gövdesini resmedebilmişti menevişlerine; bedeninin ön yüzünde hissettiği rüzgârın tenindeki okşayışıyla burun deliklerine bahar tadında bir rayiha doluştu, gözleri huzurla kapandığında tanıdık bir hissiyatın hissiyle titredi.
"Yaklaş ve bütünleş onunla. Daha net hissedeceksin." hemen yanı başından gelmekte olan ses ile gözleri hızla aralandı ve yanında dikilmekte olan genç bir adam gördü. Sorgulamadı, zaten şu an yaşadığı herhangi bir şeyi sorgulayacak bilinci de kalmamıştı; kendini anın hırçın dalgalarına bırakmıştı. Birkaç adımda çınar ağacının topraktan fışkıran köklerinin belirginleştiği yerdeydi, ağacın soluğunun dibinde. Sanki yapması gereken şey buymuş gibi eli havalandı ve avuçlarını ağacın gövdesine yasladı, kader çizgilerinin üzerinde bir damar gibi yaşamla çırpınmakta olan çınarın gövdesinin sesini hissetti; kendini oluşan duygu yoğunluğunun içine bıraktığında avucundaki damarlarla eş zamanlı olarak atan çınarın şahdamarına ulaştı, şahdamarında çağlayan şey ritimle damarın duvarlarına çarpmakta olan bir nabız değil de sayamayacağı kadar çok nefesin ensesine vuran soğuğuydu.
"Soluklanan milyonlarca nefesi duyumsuyor musun?" yanındaki genç adam konuştuğunda yavaş hareketlerle başını sallamakla yetindi, bu büyülü anı darmadağın etmek istemiyordu.
"Benim göğsümden fışkıran bu çınarın kökleri sizlerin kaburga kemiklerinize sarılı. Ben bir çınar filizleyeceğim kalbimin odacıklarında ve sizler de bu çınarı sonsuza değin yaşatacaksınız." sesi giderek soluklaşırken gözleri kapandı ve yanağını ağacın gövdesine yasladı lâkin hissedeceği sert ve pürüzlü ağaç derisinin aksine önce yatağının yumuşak dokusunu hissetti daha sonra da kulaklarına ezanın huzuru doldu. Soyut bir âlemde olsa dahi iliklerinde hissettiği duygu dolu dehr, ezanın ilahisiyle gerçekliğe aksetti. Gözleri, açılmayı aklından dahi geçirmezken ezan; bedenini kollarına aldı ve sıcak bir ana kucağı gibi onu daha da mayıştırdığında ilahi bir ninni kulağına fısıldadı.
Şimdi, kulağında savaş naraları çığlık çığlığaydı; okların havayı delip çıkardıkları hışırtılara bir deriye saplanma sesleri eşlik ediyordu, top güllelerinin taş sütunlarda açtıkları oyuklar üst üste yığılırken durmadan ilerleyen adımların ağırlığı çamurlaşmış toprakta tezelzüller oluşturuyordu. Gözlerini araladığında gördüğü ilk şey, gecenin hırçın dalgalarının arasında ayakta kalmayı beceren dolunayın şavkına eşlik eden harp meydanının alevleriydi. Alazlar her yerdeydi; tahta bacaklarıyla ilerleyen kulenin üstündeki zırhlı askerlerin geceyi bölen oklarının ucunda fitillenmiş yangında, çarpışan her kılıçta birbirine değen metallerin etrafa sıçrattığı uçkunlarda, kalenin surlarını aşacağına inanan askerlerin kalplerindeki korda... Bulunduğu yer münasebetiyle etrafına korku dolu harelerle bakıyordu, gözlerinde çağlayan manzaranın alevleri irislerini yakıyordu. Bir kişneme duydu, refleks bir dönüşle sağına döndüğünde üzerine gelmekte olan atın toynaklarının toprakta oluşturduğu korkulu titreşimleri hissetmiş; atın, dolunayda parlayan simsiyah gözlerindeki korkunun tohumlarını bakışlarıyla sulamıştı bile. At, kafasını hırçın bir hareketle salladığında yanından sıyrılıp giden varlığının yanında yelesinin hafif dokunuşunu yüzünde hissetmişti. Anın getirdiği şaşkınlıkla kalbinin hızla damarlarındaki gezintisini dinledi bir süre.
"Kulaklarınızı kapayın." diye bağırdı biri, sorgulamadan avuçlarını kulaklarına kapadı ve saniyeler sonra kulaklarını tüm kuvvetiyle kapamasına rağmen derisinden sızıp etkisini neredeyse hiç yitirmemiş olan topun göğü yırtan sesi kulaklarını parçalara ayırdı, gök koca bir toz bulutuyla sarıp sarmalandığında gözlerini yumdu; kulakları çınlıyordu. Toz bulutu yavaş yavaş havadaki ablukasını kaldırdığında birbirini yırtan çığlıkların sevinç çığlıklarına ve daha da hızlanan adım seslerine dönüşmesi saniyeler sürdü, tüm gücüyle estikten sonra pencerede bir aralık yaratan rüzgârın geriye kalan tüm gücüyle içeri sızması gibiydi tüm olay. İleri veya geriye mi gideceğini bilemediğinden tereddüt yaşayan adımları ileri atıldığında bir şeyin varlığıyla duraksadı, bir kumaş gibi büyük bir gürültüyle yırtılan gece gerisinde ufukta birkaç yeni doğmuş günışığı bırakırken yeni yeni patlamaların fidanları kulaklarının kurak toprağına kök saldı. Metrelerce ötesindeki denizi fark etti, denizin üzerinde perspektifine yansıyan küçüklü büyüklü savaş gemilerinin ateşlediği topların sesi yeniden atmosferde biat edildi; her top atışında toprağın üzerindeki bedeninin tezelzüllerini hissedebiliyordu. Askerleri fark etti, az önceki askerlerin aksine üzerlerindeki toza toprağa karışmış zırhlar yerine kumaştan kıyafetlerin birçoğunda toprakla bütünleşmiş kanın kızıl lekelerine baktı; yüzleri diğerlerine kıyasla daha netti, neredeyse hepsinin yüzünde aşılmaz bir kalkan ve o kalkana sadece renk katabilecek kanın kurumuş izlerini gördü. Bir top atışından hemen sonra denize gömülen gemilerin ardından askerlerin hızlanan adımlarını dinledi, orada öylece hiçbir şey yapmadan durmak istemediğine kanaat getirdiğinde ne yapacağını bilmemesine rağmen damarlarından taşan kanın coşkunluğunu hissederek koşmak için ileriye atılacağı sırada yeniden bir şeyin varlığıyla duraksadı. Kafasını indirip yere bakacağı sırada kulaklarında bir vapurun sireni çınladı, onca savaş gemisinin arasından bir vapur karaya yaklaşıyordu. Etrafında çığlıklar duymaya başladığında ilerisine baktı, bunlar boğazdan büyük bir sevinç galeyanıyla fışkıran çığlıklardı. Uzaktan seçebildiği birkaç Yunan bayrağının hızlı hareketlerle direklerden indirildiğini gördü, ardından bir çocuğun sesi yerküre ve gökyüzü arasında yankı buldu.
"Yazıyor, yazıyor; Türkiye'nin rejimi belli oldu, yazıyor! Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyet'i ilan etti!"
Koşmak istedi, koşup yıkılan bir imparatorluğun küllerinden yeni bir yangın başlatmış olan o ulu önderin kollarına atılmak istedi lâkin bir hissin pençesinde duraksadı ve ayaklarının tutunduğu yere baktı. Ayaklarının altından başlayarak kilometrelerce fersahta uzanmakta olan zırhlı askerlerin yanında toprak rengi üniformalarıyla uzanan askerleri gördüğünde kalbinin göğüs kafesinde büzüştüğünü hissederken soluğunun başlangıcına atılan güllenin nefes alacağı girişte bir göçük oluşturduğunu fark etti. Her birinin bedeninden süzülen kan toprağa karışmaya başladığında bedenleri de topraktan bir parça olmaya başladı, toprak kan kızılına büründüğünde göğü yeniden gece kaplamıştı. Dünyanın gölgesinde kalan bu yarımkürenin göğünde bir hilal ve tek bir yıldız soluklanıyordu artık, o hilale ve yıldıza ulaşmak istedi lâkin bunu yapacak gücü kendinde bulamadı; önündeki manzaraya bakarken iliklerindeki tüm yaşamın sömürüldüğünü hissediyordu, şimdi yorgun olmaktan çok acı çekiyordu. Bu sadece bedenin ağrımasıyla tabir edilen bir kelime yığınından çok ruhunun derisinin cehennem lavlarında kaynamasıyla belki biraz olsun somutlaştırılabilirdi. Kendini, bedenleri topraklaşmış askerlerin arasına attı; huzuru hissediyordu adeta. Üzerine çöken hafifliğin hissiyatıyla bedenini yutan kızıl toprağın ıslaklığını duyumsuyordu, gözlerini kapayacaktı lâkin ilk önce gökteki hilale ve yıldıza baktı ve dileğini diledi; gözkapakları kapanmaya mevt kala gördüğü son şey, yıldızın hilali kavrayıp üzerine doğru kayması oldu. Uyanmadan saliseler önce çalan alarmın sesi kulaklarında İstiklal Marşı olarak ses bulduğunda uyumadan saliseler önce bedenini kaplayan kızıl toprağın ve üzerine tozunu serpen yıldızın ve hilalin sıcaklığı ruhunun kuytu köşelerine kadar sızdı ve onu uyandırdı.
Yerinden sıçrayarak uyandığında tarif edemeyeceği kadar çok his bulanmıştı ruhuna. Birbirinin sırasını kaçıran nefeslerinin hızı, hız sınırını aşarak kalbini zorladığında göğsünü avucuyla kaplamaya çalıştı; bedeninin yorgunluğu günün ilk ışıklarıyla emilirken gördüklerinin ve hissettiklerinin şokunu yaşıyordu. Dimağının tiyatro sahnesinde oynanan oyunun perdelerinin rengi cilalı zeminden gerçekliğe akmıştı sanki, ruhunu hâlâ ne serbest kalmış ne de tamamıyla tutsak hissediyordu ve üzerinden bölük pörçük rüyasının cesedini sıyırmadan tam anlamıyla ne ölü ne de hayatta olacaktı. Hırıltılı solukları durağanlaşıp normal frekansına döndüğünde yatağından kalktı ve elini yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa yürüyüp su ısıtıcısına su doldurarak kaynamasını beklerken gördüklerini düşündü. Bazen herhangi bir anlam ifade etmeyen bir rüyayı saatlerce gözlerini tavana dikip düşünürdü ama düşünmenin de bir anlam ifade etmediğinin farkındaydı, şimdiyse rüyası o kadar çok anlam yüklüydü ki düşünüp düşünemediği ne varsa dimağında patlayacağını ve her düşüncenin etrafa saçılmasının ardından ne kadar onları kesip biçse de hiçbir şekilde bir bütün oluşturamayacağını tahmin ediyordu. Kendisiyle boğuşuyordu ve eninde sonunda uçurumun köşesine azat edilenin o olacağından emindi. Su ısıtıcısından ses yükseldiğinde suyun kaynadığını anlayarak haşlak suyu bir kupaya doldurdu ve üzerine kahve ilave ederek karıştırdı, kupanın camı ne kadar avuçlarının etini yaksa da kupayı avuçladı ve uykunun silik izini taşıyan sakin adımlarıyla pencerenin kenarına yürüdü; pencereyi araladı ve içeri doluşmadan önce bedenine çarpan rüzgârın soğukluğuyla kendine gelmeye çalıştı. Burnunda kahvesinin taze kokusu raks ederken pencereden dışarıya baktı, şu ana kadar orada olduğundan haberdar olmadığı çınar ağacının varlığı gözbebeklerini doldurduğunda rüyasındaki her şey dimağının zevahirinden sıyrılıp çınar ağacının dallarına kondu. Her şey daha da netti şimdi, dimağının sularını bulanıklaştıran rüyasının üzerine farkındalık koca bir bardak su döktüğünde dimağındaki bulanıklık kaybolup her şey berraklaşmıştı. Elindeki kupayı bir kenara bıraktı ve koşar adım bilgisayarının başına oturdu, ilk cümlelerini karalıyordu.
"Orta Asya'nın bozkırlarının bereketli topraklarında kök salıp tüm coğrafyanın dallarında meyve açan Türkün Anadolu'nun bağrında filizlendirdiği yitip gitmeyecek çınarının hikâyesi bu."
2019
Comments