
Tüm görseller tek bir çizgi üzerinde kayıyor, kayıyor ve kayıyordu. Bir an etrafındaki her şeyin canlandığını ve etrafında ahenkle küçük bir oyun çevirdiklerini düşündü. Ön camdan gelen renkler üzerine üşüşüp kafasının üzerinden atlayarak arkasına geçmek suretiyle birazdan onu omuzlarının altından tutup kaldıracak, sağını ve solunu kuşatan daha bulanık renkler cümbüşü ise her yanına bürünüp onu tek bir hareket ile yukarı fırlatacak gibiydi. Dahası, o an bulunduğu arabanın tavanı bir anda yokluğa karışacak –belki araba bile aniden kendini yok edebilirdi- ve tüm o gözbebeğine yapışan hızlı montajdaki film onu göklere çıkaracaktı; zaten arabanın ilerlediği keskin inişli ve sivri çıkışlı yol da onda bu hissiyatın doğmasında büyük bir boşluğu kaplıyordu.
Bir yaz günüydü, sıcaktı. Mevsiminin hakkını veren nem soluduğu havayı ağırlaştırmış ve küçük bedeninden yığınla ter akmasına kapı aralıyordu. Güneş çoktan tepelerindeki konumunu sallandırmış, birkaç bulutun üzerine dökülüp kendini boca etmesine karşın tek bir şikâyet nidası çıkarmaya tenezzül etmiyormuş misali bir dolu bulut kümesine doğru da kendini kaptırmış dünyanın dönüşüne göz yumuyordu.
Düşüncelerle başı bulanarak kafasını ön cama çevirdi, yolculuklar sıklıkla onda bu tür hafif ama sancılı mide bulantıları yaratıyordu. Babasının aynadaki yüzünün kesik, insan renklerine bulanmış siluetiyle çarpıştı; gözleri akıp giden görsellere takılmadan tek bir noktaya sabitlenmişti. Bir süre düşündü: nasıl oluyordu da onca şey – üstelik bunlar göz çıkaran renklerdeydiler- görüntü ekranından kayıp giderken tüm bunlara bir perde çekebiliyordu? Kendisi parlak siyah arabasının içinde hem ilerlediği yola hem de dört bir tarafını kuşatanlara araya fazla zaman sokmadan bakabiliyordu oysaki. Belki de bu kadar kocaman bir arabayı sürmek bunu gerektiriyordu, o zaman kendisi hep arka koltuktaki yerinde kalıp gittikleri ve gidecekleri arşınların üzerinde sunulanlara bakmakla yetinmeyi tercih ederdi.
Bir anlığına babasının gözünün seğirdiğine ve kendisine çevrildiğine şahit oldu, kara kaşlarının altındaki koyu kahve gözlerine parlak bir jelatin serilir gibi oldu; tam da o sırada aklındaki düşünce yığınının merak bulamacı dudaklarından minik bir tükürükle serbest kaldı, o sıvıyı diliyle ağzına topladığı gibi koyu bir nefes birkaç kelime ile dudaklarının kaygan yüzeyinden kolaylıkla ortama yayıldı.
“Baba, ben yoruldum. Ne zaman eve gideceğiz? Acıktım da hem; daha eve gideceğiz, annem köfteleri pişirecek de… “ duraksadı, küçük bir zaman dilimini kuşattı bu düşünce; aklından o an oluşabilecek devinimleri ve bunların onu daha ne kadar aç bırakacağını kendince hesapladı. “ Oohoo… Ben çok acıktım baba, hadi eve gidelim.”
Babasının dudaklarına ufak bir tebessüm çizildi. Oğlunun ağzını açmıştı artık, bu saatten sonra gelecek olan sözcük bombardımanına kendini hazırlamalıydı. Bu düşünceyle bir süre daha yerinde sabit kaldı tebessümü lâkin gözlerini mecburi bir şekilde önündeki hareketlenmeye çevirdi.
“Her şeyi almadık mı zaten baba? Hadi artık eve gidelim. Ne zaman eve gideceğiz?” dedi ısrarla, bedeninin durumu üzerinde asılı kaldıkça huysuzluk ve gevezelik seviyesi zamanla artıyordu. Oğluna baktı, kemerinin arkasında huzursuzca hareketlenmeye başlayan bedeninin ardından ne tür fırtınalar geleceğini az çok tahmin edebiliyordu; bu düşünce ile kendi bedenini de dolduran boğuk havayı soludu ve burnundan sıkıntılı bir nefesi koyuverdi. Küçük çocuğu -dolaylı yoldan kendini de- biraz olsun yatıştırmak için konuşması gerektiğinin bilincinde kelimeler sarf etmeye başladı.
“Uğrayacağımız son bir yer kaldı, Cüneyt. Orada da fazla bir işimiz yok.”
“Ne zaman oraya gideceğiz, baba?” dedi Cüneyt, bu kez daha ılımlı bir ruh halindeydi.
“Birazdan varmış olacağız, oğlum.”
Sabretmekte karar kıldı Cüneyt. Bir süre daha babasını gözetledi, daha sonra ise camın ardında birbiri ardına düşen dünyaya çevirdi bakışlarını. Aynen babasının söylediği gibi oldu, fazla sürmeden araba durmuştu; son duraklarına gelmiş bulunduklarını anladı. Önlerinde durdukları renkli beton parçalarına göz gezdirdi, tabelaları okuyamasa dahi dükkânların önünde bulunan veya cam vitrinlerin arkasındaki ürünlerden orasının ne olduğunu, hiç değilse orada neler sattıklarını görebiliyor ve tüm bunları biraz olsun kanıksayabiliyordu. Babası ona doğru hareketlendi: kafasını omzunun üzerinden Cüneyt’e yöneltmişti. Kendisinin benzeri olarak nitelendirdikleri çehreye döndü o da.
“Benimle alışveriş yapmak ister misin, Cüneyt?” dedi, babası. Çocuğunun üzerinde yoğunlaşmış havayı omuzlarından atmayı planlıyordu.
“Bana çikolata alacak mısın, baba?”
“Kutu kutu çikolata aldık ya zaten oğlum, arabanın arkasındaki poşetteler hepsi.”
Eylemleri duraksadı Cüneyt’in, gözleri babasının yüzünde asılı kaldı lâkin kafatasının içerisinde uçuşan hayaletler devinimlerinin ardına duraksamaksızın fısıltılar sıkıştırıyordu.
“Tamam, o zaman…” diye konuşmaya başladı, heceleri çocuk sesiyle uzatmıştı. “O zaman dondurma istiyorum ben.”
Babası, ağzının içinde birkaç mırıltı çevirdi; sessizce homurdandı. Aklında çocuğuyla yaşanmışlığa karışan bazı deneyimlerin ihtilali koptu, bu sefer ne yapacağını da nasıl cevap vereceğini de biliyordu; içerisine biraz da bunun özgüveni ve rahatlaması doluştu.
“Aç olduğunu söyledin Cüneyt, açken sana bu tür şeyler yediremem. “ dedi.
Boğazından itiraz kırıntıları saçıldı Cüneyt’in, birkaç mırıltı ve isyan başlangıcı küçük ama bir o kadar da etkili sözcük…
“İstiyorum.” dedi çocuk, ortama sesi yayıldığında son noktayı koymuş gibiydi. Bu istikrarın işe yarayacağını, avını kendi pençeleri arasına girmeye ikna edeceğini biliyordu; birçok kez denemiş ve olumlu sonuçlarla vazgeçilmezlerinden olmuştu bu “üzerime söz söylerseniz sizi buna kesin bir suretle pişman ederim” tavrı. Babasının buna karşı koyamayacağını biliyordu, kimseden aksi bir yanıt almamıştı; herkes “daha fazla ısrar edeceğine ve huzurlarını bozacağına istediğini alsın ve sussun” düşüncesi içerisindeydi.
Bilmiyorlar mıydı bir çocuğun içerisine bu şekilde ektikleri tohum filizlendiğinde her adımında güneşe kafa tutacak, otoritesini sağlamaya çalışırken insani dürtülerinin kıvılcım oluşturduğu şiddeti patlatacağını? İhmalkârsızlığın sonucu belki de topluma bir canavar salınacaktı?
“Tamam, ama eve gidince tabağını silip süpüreceksin, anlaştık mı?” cevaben dudaklarına yerleşmeye can atan şeytanca kıvrımları yuttu ve başını sakince onaylar nitelikte salladı. İçerisine doluşan zafer nidalarını derin bir nefesle hafifletti ve kemerini çözüp arabadan indi. Kemerini kendi çözebiliyor, arabanın koluna uzanıp onu açabiliyordu; bu düşünce onu biraz daha pohpohladı. Tek başına yaptığı eylemlerin tatlı aroması damağını sıyırıp geçti, ardında zevk uyandırıcı bir dürtü oluşturdu; büyüyordu, her geçen gün büyüyor ve daha da insanlığa bulanıyordu. Farkında değildi, belki de ömrü boyunca asla da bu farkındalığa düşemeyecekti lâkin derinlerinde, yaşadıkça daimi olarak kendini büyüten boşluklar ve fazlalıklar onu tüketecekti…
Babası yanına ulaşıp elinden tutarak onu yakınlardaki bir bakkala soktu, içerisinde yeşeren sevinç ile babasının o güvenli parmaklarının zindanından sıvıştı ve dondurma arayışına koyuldu. Gözüne birçok çikolata, baharatlı veya yağlı yiyecek takıldı; zihninde onlara elini dolamaya çalışan kökler patlak verdi, aslında o an onlara uyabilirdi çünkü onların koynuna düşmemek için hiçbir sebebi yoktu fakat vücut sıcaklığını arttıran güneşin etkisi ona dondurmanın daha büyük bir haz yaratacağı kanısını doğurdu. Gözüne en etkileyici, algılarını en çok üzerine çeken dondurma paketini kestirdi ve kaptığı gibi babasını yanına koştu.
Artık çok istediği dondurmasına kavuşmuştu; büyük bir iştahla midesine akan serinletici etkiyi yaladı, bazen de dişleriyle bir etoburun büyük uğraşlar sonucunda elde ettiği et torbasını parçalaması gibi minik parçalar aldı dondurmasından. Küçük ağzı ile olabildiğince hızlı yiyor, iştahla tüketiyordu dondurmayı lâkin sıcağın etkisiyle eriyen dondurmasının külahından taşarak parmaklarının sıkı boğumlarının üzerinden kayıp kolunun pozisyonundan mütevellit belirginleşen dirseğine değin bir suyolu oluşturmasını engelleyemiyordu. Dirseğine ulaşıp teninden büyük bir ayrılık yaşamadan önce bir sarkıttan damlayan kan misali kendini bir süre sallandıran damlanın her saniyesine göz yumdu.
Çok sürmedi, hem dondurmasını bitirmesi hem de babasının yapacaklarını tamamlaması. Arabalarına doğru yol aldılar, kendi açabileceği kapıyı babası ona açarken neredeyse unutuyordum, diyen sesini fısıltısıyla beraber yuttuğuna şahit oldu; babasına döndü.
“Annen gitmeden önce tembihlemişti beni Cüneyt, kuşa yem alacaktım.” diyerek kafasından geçenleri dillendirdi. Cüneyt mesajı kavramış olacak ki -veya sadece dürtülerince hareketlendirilmiştir- açılan kapıyı kapatıp babasını beklemeye başladı. Yeniden bir yolculuğa koyuldular, bu sefer adım attıkları yer bir ormandı; bir ormandan bu dört duvarı ayıran kafeslere boğulmuş hayvanlardı tabii. Daha önce böyle bir yerde bulunmamıştı, etrafını merak parıltılarıyla gözlemledi. Belki bir dinozor bulabilirdi, olmadı bir köpekbalığı; alıp onları evine götürdüğünü ve beraber çizgi film izledikten sonra başka bir dünyada geçen oyunlarına onları da dâhil ettiğini hayal etti. Soluğu heyecanla boğazında düğümlendi, gözleri yuvalarından özgürlüğe uçmak için yerçekimine karşı gelmek adına havalandı.
Yavru safhasındaki hayvanlara, yaratılışları küçük bahşedilmiş olanların sıkıştığı dünyalara teker teker baktı; içinden bir his ona sonsuza kadar -hiç değilse olabildiğince uzun bir süre- burada kalması gerektiğini öğütlüyordu. Bedeninin etten ve kemikten torbasının altındaki mabedin yükselten bir hissiyat ile dolup taştığını sezdi. Bir süre keşfe çıktı küçük dükkânı, her zindanın yanında birkaç dakikasını harcadı; zamanını havsalası almadan çarçur edip durdu. En son bir akvaryumun önünde devinimlerinden soyundu, kendisinden büyükçe bir akvaryumdu; dikkatini ona yönelten detay ise yüzmeyi bırakın sudaki oksijen miktarının bir makine yardımıyla bile hiçbirine yetemeden tükendiği diğer akvaryumlarda sazan balığından acımasızca, yalnızca insanların zevkleri uğruna, evirilen Japon balıklarının aksine gözlerinin her hareketini birbirine karışmadan renklendirilmiş mavi suda rahatça gözlemleyebildiği balığın varlığıydı. Kıpırtısız gözlerine baktı, sıkça açılan oval ağzına ve ona karmaşık ve de mantıksız gelen salınımlarına. Sıradan, hatta sıradanlığını betimleyen turuncu, bilindik rengine rağmen Cüneyt; balığa karşı bir aidiyet hissetti. Dinozor ve köpekbalığı bulanmış hayalleri balığın tek bir kuyruk hareketiyle silindi ve onların yerini bu küçük balık doldurdu. O andan sonra kendini tutamayarak sesli harfler eşliğinde babasına koştu.
“Baba, baba, baba! Bak, bak orada bir tane kalmış! Baba, bak sadece bir tane var! Baba, hadi o balığı eve götürelim; alalım o balığı, lütfen baba!”
“Dur bir oğlum!” diye isyan etti babası, çocuk yerine derin bir nefes alarak duruldu tüm bu hızlıca akıp giden hareketlerden. Çocuğun kendi tişört paçalarını tutmayan elinin işaretlediği yöne doğru çevirdi bakışlarını; bedenini hafifçe devinime iten, adeta bağırarak çağıran hareketlenmeyi sineye çekerek gözlerine bulanan manzara karşısında kaşlarını çattı. “Para veremem şimdi ben ona. Birkaç aylık -belki de haftalık- bir ömrü var zaten, bir de onun için boşa para harcayamam.”
Hevesinin parçalara ayrıldığını, hayal kırıklığının onu sert bir duvara şiddetle savurduğunu derinlerinde hissetti. Tüm bedeninde doğduğundan beri süregelen tüm işlemlere bir çelme takıldı, bedeni saniyelik bir kasılmayla kabuk bağladı fakat üzerine saldıran tüm bu duygular silsilesini bir tezelzül ile silkeledi.
“Ama baba...” duygu yoğunluğuyla boğulan bedenini toplaması uzun sürmemişti. “Baba!”
“Baba, ama o hareket ediyor; bak ağzını da açıp kapıyor. Bak şöyle.” Ellerini kendine toplayıp hem ağzı hem de elleriyle az önce büyülendiği olayı kendi perspektifinde aktardı babasına. Artık kendini kutsal bir göreve adamıştı: o balığı eve götürüp onunla arkadaş olmalıydı.
“Niye sürekli ağzını açıyor baba? Yemek vermiyorlar mı ona, benim gibi aç mı o da yoksa? O benim olursa ben ona istediği her şeyi vereceğim.”
“Bilmiyorum oğlum neden öyle davrandığını.” diyerek başından savuşturmak amacıyla bir cevap verdi babası.
“O benim arkadaşım olacak, değil mi baba? Hani biz denize gidiyoruz ya, ben yüzme bilmiyorum.” aklına gelen fikir kırıntıları ile neşesi iyiden iyiye yerine oturmuştu. “O yüzebiliyor, o bana öğretir yüzmeyi; sonra da beraber yüzeriz. Çoook uzaklara gideriz; hani çoook uzaklarda gemiler var ya, onların yanına.”
“Sen acıkmamış mıydın?” diye bir soru yöneltti babası, hem odağını dağıtmak hem de belki biraz olsun onu susturmak amacındaydı. “Balığa, akvaryumuna, yemine harcayacağımız para ile ben sana hamsi alırım; onu yersin, hem daha yararlı olur senin için.”
Duymazdan geldi Cüneyt ya da zaten kafası çeşitli tasvir ve devinimlerle o kadar doluydu ki babasını duymadı bile. Balığa baktı; kumlu zemine yaklaşmış, gözlerini gözlerine dikmiş verilecek nihai kararı bekliyor gibiydi. Pili bitti herhalde, diye düşündü Cüneyt; para ile alınabildiğine göre canlı olamaz, dedi kendi kendine.
“O zaman o robot balık mı, plastik mi o baba? Dokunabilir miyim ona, lütfen baba; dokunayım ona.” diye konuştu sonunda büyük bir heyelanla.
“Ne saçmalıyorsun oğlum? Ne plastiği?”
“Ama... Ama...” dedi, yarattığı heyelanla beraber sürüklenmek istemeyerek bilincinin inkisar ettiği sözcükleri ile bir mahşere sürükledi tüm zihinleri. “Baba, o oyuncaksa biz onu neden alamıyoruz ki? Ben ona dokunmak istiyorum.”
“O bir oyuncak değil, Cüneyt. O bir balık, canlı bir balık.”
Yüzüne esen rüzgâr şiddetini birden, hiç beklemediği bir savurganlıkla yüzüne çarpmıştı, sanki kökleri toprağa tutunamıyor ve yavaşça dibi bilinmez bir boşluğa sürükleniyordu. Bunun şoku ile acısını önce algılamak daha sonra da içinde tezelzüllenenlerin hissiyatının geçmesi adına içgüdüsel bir bekleyişe kapıldı. Yüzünde, balığın alık ifadesine benzer hatların çiziklerini varla yok arasında hissediyor gibiydi. Çok kısa bir an, tek bir lahzaya sığdırılamayacağına emin olunamayan ufak bir an nefesini yuttu ve ardından zihninde bir ağaç filizlenmiş gibi bir hissi yaşarken o nefesi geri verdi; zihninde ortaya çıkan imgeler ve sesler ona bir farkındalık anını yaşatmıştı. Çok geçmedi; etrafındaki zaman, mekan, olaylar, duygular ve devinimler akışına devam edip su gibi yolunu her halükarda bulurken o şu anın içinde; bir farkındalığın rahminde besleyip büyüttüğü lâkin hâlâ gelişimini tamamlayamamış bir sorgu, birkaç soru işaretinin ardından sürüklenen tozlu sualler kafasının üzerinde asılı kalan damlanın başının tepesine birkaç sallantılı ve düştü düşecek bir andan sonra kendini bırakması misali yer çekiminin zeminiyle buluştuğunda bedeni o damlanın parlak ve bilge ışıltısıyla güneş ışınlarının, durgunluğunu tutturamamış suyun yüzeyi üzerinde kırılıp da saniyelik bir olayla bir dalga üzerinde göz kamaştıracak derecede ışıldaması ve hareket eden o dalgayla birlikte bir süre o dalga doğrultusunda ilerlemesi misâli bir görselliğe sunum yaptı.
“Peki, neden satılıyor? O kadın bağırıyordu baba, çok sesli bağırıyordu ve… Ve sen televizyonun sesini açmıştın, kadın çok bağırıyordu baba. Canlılar satılamaz diyordu, baba; satılmak parayla olmuyor mu baba? Hani mutfaktaki kavanozun içindeki ağır paralar? Annem onlara dokunmamamı söyledi, biliyor musun baba; onlar pismiş, mikroplar geziyormuş üzerlerinde. Mikropları göremezmişiz baba, gerçekten göremez miyiz? Babaannemin gözlüğüyle baksam görebilir miyim acaba, babaannem onu takınca çok komik oluyor; kuzenim ona patlak göz diyor. Biraz komik, azıcık güldüm o böyle deyince ama babaannem bize kızınca bir daha gülmedim. Patlak göz kötü bir şey değil mi, bab-?
“Oğlum, tamam; sakin ol. Evet, paralar çok pis; onlara dokunup da elini üzerine falan sürme sakın, nimete de dokunma. Ayrıca babaannene bir daha öyle söyleme, tamam mı? Kötü kelimeler onlar.”
Başını sallayarak konuşmaya devam etti; ağzını dolduran kelimeler bir türlü bitmek bilmiyor, sürekli olarak peşinden dahasını sürüklüyordu. “Tamam, baba. Baba?”
“Evet?”
“Alacak mıyız balığı baba?”
Babası dolu dolu nefesler ile ciğerlerini şişirdi, şişen tek organı olmayan ciğerlerine ek beyni sallantılarını sürdürüyordu. “Bilmiyorum oğlum, o balığa para harcama taraftarı değilim pek.”
“Yani alacak mıyız?” diye cevapladı babasını bir sualle, babasının sözcüklerini anlamamış ve bunu da dert etmeden amacına odaklanmaya devam etmişti. Babası, oğlunun şaşkın ve ısrarcı tavrına karşılık dudaklarında yer edinmeye başlayan tebessümü gizleyemedi; yeni tıraş olmuş çenesini kaşırken saniyelik bir mahkeme kurdu kafasında ve sonunda hükmünü dillendirdi: “Tamam, tamam alalım madem. Ama yemlerini sen vereceksin, annenle de suyunu değiştirirsiniz; ben dokunmam bak, ona göre.”
Bir sevinç hengâmesi yaşadı Cüneyt, nabzı zafer nidalarıyla yükseldi ve içinde durdurulamaz bir enerji uyandı. Hayvanların dilsiz seslerine karışan heyecanlı mırıltıları ile babasını kucakladı verdiği karardan ötürü. Yerinde duramıyor, bir şeyleri sarsma ve belki de yıkma güdüsünü zapt etmekte zorluk çekiyordu; yalnızca gücü yettiğince babasının kontrolsüz birkaç devinimde bulunmasına neden olabiliyordu.
“Tamam, söz. Söz, söz; söz veriyorum ben ona bakacağım; hatta ona geceleri masal okuyacağım ve büyüsün diye bol bol süt içireceğim, sütü içerken çok komik olacak, bak şöyle baba.” diyerek tiyatrosunu ortaya koydu. Kafasının içerisinde turlayan silueti hayaletten birçok görüntü canlılık kazandı ve onu o ana sabitledi.
“Baba, senin kitaplığın kocaman; balığım için bir kitap alabilir miyim?”
“Bakarız, oğlum.”
Sonrasında can bulan birkaç dakika zamana nitelik kazandırarak akmaya devam etti ve Cüneyt, elinde yeni arkadaşının bulunduğu su dolu poşet ile dükkândan ayrılarak babasıyla beraber arabalarına doğru yürümeye başladı. Yolları birkaç adımdan daha uzundu, bir süre kaldırımları aşmak daha sonra da bir iskeleyi arşınlamakla yükümlüydüler. Denizden gelen bir dolu rüzgâr öğleden sonra biriken yüksek sıcaklığı biraz olsun hafifletiyor lâkin katiyen güneşin yaz ayı ile oluşturduğu karışımı unutturamıyordu.
“Baba? Baba, ben bir şeyi anlamadım. Sorayım mı, ha; sorabilir miyim, lütfen?” diye konuştu uzun bir sürenin ardından, sesinden ısrar ve merak okunabiliyordu.
“Hadi sor bari, sanki sorma desem konuşmayacakmışsın gibi.” dedi babası ağzından çıkanlara kendi kendine gülerken.
Bir sevinç gösterisi yaşadı aldığı izin karşısında, içinde karnavallar birbirinin ucuna takılıp bitmeyen bir geçit ile süregeldi lâkin o bu sevincin sadece küçül bir kısmını vücudunda yarattığı keyifli devinimlerle dışa vurdu. Sıkı sıkıya tuttuğu balığın poşetini mümkünmüş gibi daha da sıkı kavradı ve balığı göğsünün üzerine yaslayıp poşetin altını diğer bir eliyle destekledi, konuşmasına başlamadan önce.
“Şimdi sen o kel amcaya pa-“der demez babası sözünü sert ve bir o kadar da yumuşak bir tınıyla kesti. “Cüneyt, o ne biçim söz öyle? Kimseye kel denilmez ya da bu tür şeyler, alınabilir insanlar bu tür kelimelerden. Bir daha duymayacağım, anladın değil mi?”
Yalnızca onaylayan birkaç mırıltı döküldü dudaklarından ve ardından kaldığı yerden birleştirdi parçaları kelimelerinin. “Baba, sen balığı alırken para verdin; ama ona canlı diyorsun. Ben anlamadım, canlı ne demek oluyor o zaman?”
Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmanın rahatlığını yaşadı Cüneyt, zihninde bulamaca dönen sorunun tatmin edici olduğunu umduğu cevabı için babasına çevirdi bakışlarını. Yanlarından bisikletleri ile birbirleriyle yarışarak gülüşen gençler geçti ve o sırada aralarına bir diyalog bombardımanı sığıştı, Cüneyt yanlarından geçen bisikletlere bakmak yerine merakının derecesini belli eden gözleriyle babasına cevabını vermesi konusunda sessiz ısrarlarda bulundu. Çocuğundan beklemediği bu ilgi karşısında ona, onu doyuracak ve onun anlayabileceği tanımlar sunmak üzere kısa süreli bir inzivaya çekildi babası zihninde.
“Canlı şeyler... “ diye başladı bir süre sonra. “Biziz mesela, insanlar canlıdır. Bizler nefes alırız ve veririz, sonra yemek yeriz, hareket ederiz vesaire. Bu şekilde bilsen senin için yeterli.”
“İnsanlar, canlıdır yani; tamam.” dedi Cüneyt, öğrendiklerini yutmaya çalıştı.
Ardından kafasında dönüp duran yeni bilgileri sindirebilmek adına gözlerini etrafında çevirdi gözyuvarları içerisinde, ona öğrendiklerini hatırlatacak örnekler gerekliydi; bir şeyler arası ilişki kurması gerektiğinin bilincinin ardında gözlerinin hareketleri devam etti.
“O zaman şu kedi canlı değil... Şurada da kuşlar var.” diyerek örneklediği varlıkları parmaklarıyla işaretleyerek balığına döndü, babasına göstermek amacıyla biraz daha yukarı kaldırdı balığın içinde bulunduğu poşeti. “ Aa, bak bu balık da canlı değil o zaman.”
“Oğlum iyice arapsaçına çevirdin beynini.”
“Arapsaçı kimin baba? Senin saçların mı? Yoksa balığımın mı?” diye hevesle konuştu yeniden, yeni bilgilere aç zihni her şeyi yutmaya hazır hissediyordu.
“Bunları daha sonra konuşuruz tamam mı oğlum, şimdi hızlı hızlı yürüyelim de eve çabuk gidelim.” diyerek bu akıl dolamacından sıyrılmaya, biraz olsun nefes almaya çalıştı babası. “Tut hadi elimi.”
Cüneyt, babasının elini tutmak istemedi bir an; o her zaman uzandığı iri, kalın, sert ve yer yer renkli eli tutma düşüncesi bir anlığına onda eski hissiyatını uyandırmadı. İki eliyle de balığını sarmak istiyordu, balığını sıkıca kucaklamak hatta uyurken yanına alıp ayıcığının yumuşak karnında uyutup ayıcığıyla balığına kollarını dolayarak soğumaya başlayan dünyada üşümesinler diye onları sıcacık yapmak istiyordu lâkin babası ısrar edince, biraz da sesini yükseltince mecburen poşetin altındaki elini çekti ve babasının elini kavradı.
Zihninin soluklanan bir kısmında hâlâ koca bir bulmaca giderek dolambaçlanıp giriftleşiyordu, dikkati zihninin o kavgasındaydı ve eline sorgulamaya yer kalmayacak bir cevap tıkıştırılsın istiyordu artık. Hatırlıyordu, o kadın sert sesiyle boğazında bir miktar yırtık oluşturacak derecede yüksekçe bağırıyordu; arkasında da taştan bir bina olduğunu ve gür sesli kadının ardında bir grup insanın toplandığını seçebilmişti; sözleri sanki çok net ve dokunabileceği kadar yakın gibiydi. Her kelimesinin ardından sanki o tek kelimede ciğerlerini buruşturup kurutacak hizada nefes tüketmiş misali duraksıyor lâkin bu eylem yalnızca saniyelerini harcıyordu.
“Bu dünyada tek değiliz, bizler bu dünya üzerinde yalnız yaşıyormuşuz gibi sorumsuzca diğer canlıları tüketemeyiz. Onların da en az bizler kadar yaşamaya hakkı var ve bizler bu gün burada bu amaç üzerine toplandık. Hayvanlar canımız istediğinde artıklarımızla doyurabileceğimiz, canımız istediğinde de derisini yüzebileceğimiz nesneler değiller. Onlar da birer canlı, bu unutulmaması gerekilen en büyük gerçek lâkin biz bu gerçeği görmezden gelmenin yanında kendimizden utanmamız gereken bir hakikat durumuna getirmekteyiz. Onların yaşaması bizim isteklerimize bağlı olmamalı, cebine her şeyin sahibi olabilecekmiş hissiyatı yaşatan paraları doldurarak keyfince hayvan avlamak ve o paralar ile yine o hayvanları sanki bir hiçmiş gibi üzerinde marifetmiş edasıyla dolaştırmak hangi insanlık kalıbına sığıyor artık; bizler burada bunun cevabını bekliyoruz ve gerçekten bizlere aklıselim bir neden sunulmasına zavallıca muhtacız.”
Dimağında canlanan sahneler tiyatro binasındaki tüm kanlı perdeleri bir çırpıda öğüttü ve onu kaybolmuşluğun ve bilinmez bir soğuğun içerisine bıraktı. Güven duymaya aç bir verta oluştu benliğinde anında, içgüdüsel olarak babasının eline sıkı sıkıya sarılmak istedi lâkin aklına düşen yeni dostu onu bu eylemden alıkoydu.
“Baba, balığımın elini tutabilir miyim?” diye bir soru bulandı geçmişten getirilen şimdiye, küçük çocuk bunun ihtiyacıyla kıvranan o yanına kulak verdi ve elini babasının elinden çözmeye çalıştı; babasının isteksizliği amacını parçalara bölerken o bir miktar ısrarla eylemine devam ediyordu.
“Bu da nereden çıktı Cüneyt?" diye sordu babası, her geçen gün çocuğunun zihnine kat ve kat şaşıyordu.
“O çok küçük ama, o benden de küçük baksana.” balığın bulunduğu poşeti kaldırıp babasına göstermeye çalıştı; babası çok uzundu, devasaydı, aynı bir dev gibiydi. Dikkat etmeye çalışarak attığı adımlarıyla birlikte parmaklarının ucunda yükselmeye çalıştı, bir yandan da babasının tuttuğu elinden destek almaya çalışıyordu. “Görüyor musun baba? Görüyorsun, değil mi?”
“Evet, evet görebiliyorum oğlum.”
“Sen bana bu dünya için çok küçüksün demiştin elini bırakıp koşmak istediğimde, kaybolursun demiştin. O benden çok daha küçük, korkuyordur belki ha baba? Kaybolmuş olabilir mi?” kelimeleri yüreğinde canlanan Cüneyt ıslanmaya başlayan gözlerini babasından çekip balığına baktı, nedenler ve nasılları çocuk zihniyle görmezden gelerek babasının ona yaşattığı güven duygusunu balığına aktarmak istiyordu.
Biri küçük biri büyük iki beden öylece kaldırımın bir noktasında duraksadı, yüzlerine birbirlerinden farklı duyguların kırışıklıkları bulanmıştı; onları sıyırıp geçen diğer bedenler yalnızca kendi çizgilerinin doğrultusunda ilerlerken onlara ve o ana has duygu cümbüşü güneşin dahi çözemeyeceği bir giriftlik ve katılıktaydı. Cüneyt’in gözlerini buğulandıran yaş, babasının yüreğine şaşkınlık ve merhamet olarak damlıyordu. Bu nadide an kısa bir süre sonra kendiliğinden son bulduğunda babası boğazını temizleyerek oğlunu yaklaştıkları arabaya doğru yönlendirdi.
…
Eve vardıklarında olaylar döngüsü birbirini izledi. Cüneyt büyük bir telaşın hengâmesinde elinde balığı ile koşarak eve girdi ve yaşadığı sevinci olabildiğince aktarmaya çalışarak bugünkü serüvenini annesine anlattı; sesinden saçılan parıltılar annesinin ruhunu günün yorgunluğundan arındırdı, içerisindeki duygu cümbüşü annesine inkisar ederek katmerlendi. Durmaya zaman ayırmadı Cüneyt, tüm evi tek tek arşınladı balığı ile ve ona her bir santimi uzun uzun anlatarak yeni yuvasını gösterdi. Her kelimesinden içindeki heyecan ve ruhunu hiç durmadan salınımlandıran o mucizevî duygu soluduğu havaya akıyor ve yeniden o havayı teneffüs ederek kısır bir döngüde duygularını çocuk yüreğinde bir anda tüketmesine geçit vermiyordu. Dimağında yoğunlaşarak ellerine tutuşturduğu hayalleri balığını sıkı sıkı sarmasına, onu hayatının vazgeçilmez bir parçası haline getirmesine sebep oluyordu.
Midesini zorlayan açlığını saatler boyunca unutmuştu küçük çocuk balığının varlığıyla, ona bu fizyolojik ihtiyacını hatırlatan şey annesinin mutfaktan sızan yemek çağrısı oldu. Üzerini değişmesine ve hatta karnını doyurmasına engel olan, kalbinin daha derin çırpınmasına kapı aralayan o hissiyatın üzerine serdiği örtüyü kaldırmak ve balığını odasında yalnız bırakmak istemedi küçük çocuk. Bu düşünceye dahi inatla karşı çıkan bir dürtü baş gösterdi kendisinde lâkin annesinin ısrarlı çağrısı ve kendini hatırlatan açlığı ona direnmesi gerektiğini hatırlatan taştan duvarları kolayca toz haline getirdi. Balığı büyük bir özenle masasının üzerindeki resim defteri ve kalemlerinin üzerine, küçük akvaryumun ve balık yeminin yanına bıraktı. Son kez balığının heyecanla yüzdüğü poşete baktı ve vakit kaybetmeden mutfağa varmak amacıyla hareketlendi. Henüz mutfak kapısına metreler varken dahi algılanabilen müthiş koku duyu organlarını heyecanla sardı ve küçük çocuğu hızlı adımlama dürtüsüne soktu. Mutfak sınırlarının içerisine vardığında ise kalabalık ve girift bir hava bulutu tüm yoğunluğuyla Cüneyt’in yüzüne çarptı, midesindeki boşluk kendini iyiden iyiye belli ediyordu artık.
“Ellerini yıkadın mı annecim?” diyen annesinin sesi bu mühim sorumluluğu es geçtiğini ona hatırlattığı gibi bir koşu ellerini temizce yıkadı ve mutfağa geri dönüp hazırlanmış masadaki yerine yerleşti. Artık masada rahatça yemek yemesi için sandalyenin üzerine konulan yastık sayısı bire düşmüştü ve küçük çocuk bunun farkındalığına anında vararak büyük bir haz yaşadı, gittikçe büyüyor olduğu düşüncesi çocuk yüreğinde bir heyecan alevi yaratıyordu. Zihnine henüz bulaşmamış tecrübeler yığını yaş aldıkça şimdiki büyüme hırsını onda yavaş yavaş tüketecekti de bundan şimdilik bihaber bunun hazzına varıyordu belki de, kim bilebilirdi?
Açlık ve heyecanla masanın altında son sürat sallanan ayakları eşliğinde babası da yerine yerleşti ve annesinin dolu tabakları önlerine yerleştirmesiyle çorbalarını bitirmeleri bir oldu. Küçük çocuk, normal bir vakit içerisindeyken katiyen yemeyeceği ölçüde çorbayı sindirimine katmanın rahatlığını yaşarken annesi önüne bir dolu tabak daha koydu.
“Köfte yapacak balığı nereden buldun Sevim?” babasının suali üzerine alışık olmadığı köfte benzeri yiyeceğe üstten bir bakış attı Cüneyt.
“Babamlar uğradı geçerken, fazladan bir kilo hamsi almışlardı da onları bıraktılar. Ben de dedim kıymayı henüz çıkarmamışken hamsiyle köfte yapayım da taze taze yenilsin.”
“İyi yapmışlar. Biz de gelirken almayı düşünüyorduk ama Cüneyt balık hevesini Japon balığıyla doldurunca lüzumsuz gördüm.”
İştahla yemeye başladığı köfteler arasına sıkışan ismi konuşmaya kulak kabartmasına sebep oldu küçük çocuğun, balığını anımsadı o an; içi yeniden eski heyecan fırtınasıyla gümbürdemeye başladı. Bir an önce yemeğini bitirip balığına kavuşma düşüncesi içerisine girmeden evvel kendine küçük bir delik bulan merakının fışkırdığı çukuru tıkamak amacıyla ağzını araladı uzun bir sürenin ardından.
“Bu köftenin içinde balık mı var anne?”
“Evet, oğlum. Balıkları bir güzel ayıklayıp öğüttüm sen köfte ye diye.”
Cüneyt’in dimağına kısa ömründen ayıkladığı kadarıyla birkaç sahne doluştu, balığını o kulak tıkamaya neden olacak derecede yüksek desibelle ses çıkaran makinelere atıp annesinin ezmiş olduğu düşüncesi vücudunda kendi adına büyük çaplı bir zelzele yarattı. Bu düşünce içerisinde boğulmadan önce titreyen sesiyle annesine “Benim balığımı da mı o makinelere attın anne? Ben şimdi balığımı mı yiyorum?” diye sordu. Annesi oğlunun zihninden geçenlere bir kere daha şaştı ve kısa bir gülüş koyuverdi.
“İlahi Cüneyt, o balık yiyilmez ki oğlum.”
İnanmamış bir şekilde yeni bir sual yönlendirdi. “Yani benim balığım hâlâ yaşıyor?”
“Evet, oğlum. Hadi şimdi soğutmadan ye önündekileri. Sütlacın da seni bekliyor bak.”
Düşünceleri rahatladı küçük çocuğun, derin bir nefes alıp girdiği buhranlı havadan sıyrılarak balığına kavuşma fikriyle olabildiğince çabuk yemeye çalıştı tabağındakileri lâkin her ısırığında zihnine ona acı aşılayacak sahneler yansıyordu; bir cinayet mahalli gibi aydınlatılmış kanlı bir zeminde çeşitli balıkların soluk ve öğütülmüş bedenleri dimağına yapışıp verdiği nefesler ile de bulanıklaşıyordu. Balığını hatırladı, hareketsiz gözleriyle ona bakan fakat salınmadan duramayan şeffaf yüzgeçleri ile onu selamlayan balığını hatırladı. Ağzına attığı son lokmayı dişleri arasında giderek yavaş bir şekilde çiğnedi dimağındakilere boğulmuş ne yaptığının farkında değilken, düşüncelerinin deliksiz kafesinde soluklarını tüketip nefesi sığlaşırken terlemeye başladığını henüz kavrayamamıştı. Çok değil, yalnızca yarım dakika sonra midesini zorlayan ters yönlü bir çığ topluluğunun soluk borusundaki varlığıyla yemekle ilişkisini kesti. Annesine derdini dili döndüğünce anlatmak için ağzını açacaktı ki kafası son anda sağa eğimlenerek yediklerini masanın üzerine boşaltmaktan son anda sıyrıldı ve yediği ne varsa hepsini zemine boşaltıverdi. O andan sonra büyük bir karmaşa olaylara yön verdi, ani bir panikle telaşlanan ebeveynleri soluklarını en yakın acilde aldılar; çocukları doktor tarafından muayene edilirken bir çocuğun omuzlarına yüklediği ağırlık giderek taşlaştı, yerçekiminin dakikalar içerisinde nasıl birkaç katına çıkabildiğini o an yeniden deneyimlediler. Muayene boyunca akıllardan geçen bin bir türlü ihtimale karşın korkulan senaryolar gerçekleşmeden küçük çocuk birkaç saatlik serum nedeniyle hastane duvarları arasında kapana kısıldı ve eninde sonunda kendini toparlamaya can bulabildi.
Evlerinin kapısı aralanıp içeriye üç yorgun beden girdiğinde hava çoktan kararmıştı, her bir beden günün son birkaç saatinin yorgunluğuyla çalkalanıyordu. Küçük çocuğun bitap düşen bedeni uykuya meylediyordu artık, annesi vakit kaybetmeksizin çocuğu kısa bir duşa ve ardından pijamalarını giydirerek yatağına soktu; tüm bu süre boyunca bedeninin ağırlığıyla sarsılan küçük çocuk sonunda yarı çekilmiş gözkapaklarını kirpikleri ile kilitleyecek olmanın huzuruyla uykuya daldı.
Birkaç çizgi filme konu olacak rüya kıyametinin ardından berraklaşan zihni gecenin bir yarısı küçük çocuğu uyandırdı, bilincini kazandığı ilk dakikalarda dimağına büyük bir etki yaratarak düşen balığının varlığı sonunda gözlerini aralamasına vesile olmuş oldu. Karanlık ortama bir süre sonra alışan gözleri balığını yanına alması için aydınlatması gereken ışığı açmasında ona yol gösterdi, bedeninin yeniden kazandığı canlılık güvencesiyle heyecanının katmerlenmesi beklenmedik bir tepkime olmaktan çıktı. Gözünün ekranına yansıyan balığının poşetinin silueti adımlarını hızlandırarak balığına koşmasını kolaylaştırdı, artık hareket etmediğini seçebildiği balığının uyuyor olduğu düşüncesiyle onu uyandırmamak adına bir çaba harcayarak balığının yamacına vardı. Bir süre içerisindeki kıpırtının bedenini sarıp bedeninde devinimleşen patlamalar yaratmasına göz yumarak bekledi, aynı anda balığının da kendisini görerek uyanmasını bekliyordu lâkin çocuk sabrı son bulana kadar beklemesine rağmen balığı herhangi bir harekette bulunmadan ters bir şekilde öylece durmaya devam etti. Gözlerine baktı küçük çocuk, hâlâ eskisi gibi sabitlerdi fakat artık ne ağzı ile etrafını aranıp duruyor ne de bulunduğu suyu küçük salınımlarıyla dalgalandıracak kuyruk ve yüzgeç hareketlerinde bulunuyordu.
O an içerisinde baş gösteren oyuk, sahip olduğu tüm heyecan ve mutluluk silsilesini ondan çekip aldı, sanki bir yandan canlılığını yitiriyordu küçük bedeni; göğüs kafesi, içerisindeki diğer organları es geçerek onda en çok zarara yol açacak olan kalbini sıkıştırıyordu. O soluğunu boğan baskıyı derin bir şekilde hissediyor, kalbinde çizik oluşturan kemiklerin nefes faaliyeti boyunca daha da derinlere kaynadıklarını sezebiliyordu. Bu duyguya aşina değildi, onu tanımlayamadı lâkin sonuna kadar hissetti ve bu hissiyatın neden olduğu zehirden tadı her yutkunuşunda vücuduna depoladı.
Balığım artık hareket etmiyor, hareket etmeyen canlı mı olur; babam canlıların hareket ettiğini söylemişti. Balığım artık bir canlı değil miydi, balığım artık nefes almıyor muydu? Balığıma ne oldu, balığıma ne olacak?
Peki, ben bu hisle nasıl başa çıkacağım?
Ben bir katil miyim şimdi?
Evet, ben bir katilim…
11 Şubat 2021
*Bu hikâye senin ilhamınla yazıldı Piraye…*
Comments